Friday, December 21, 2007

bayram anektodları-kadın-ezik

Her bayram, aile mevzuuyla fazla sıkı fıkı olmak beni ilginç gözlemler yapmaya itiyor hem kendimle, hem genel büyük geniş ailemle ilgili...Yazmazsam dayanamayacaktım.

Dün bayramın ilk günü babanem bizimle yaşadığı için şu son 5-6 yıldır ve ailenin de en büyüğü olduğu için herkes bizde. Bu bazı nostaljik tipler için "aaa ne güzel yaa aile bağları herkes sizde." gibi tepkiler verdirse de bana sorarsanız durum bana patlıyor:
Düşünün evde 30 kişi, hadi abarttım 20 diyelim bir kerede gelen sayısı.Bu arada bayram boyunca 70-100 arası olabiliyor misafir sayısı. Her biri için bir tabak hazırlanıp herkese bir ya da ikişer çay verildiği düşünülürse benim mutfakla salon arasında mekik dokuma sayıma ulaşabilirsiniz ve emin olun, kadın-erkek eşitliğinden dem vurmakla ilgili büyük sorunlar yaşanıyor bu gibi durumlarda.

Mesela durum özeti geçiyorum: Bu kadar kişi var, belinden rahatsız olduğunu bildiğiniz bir anneniz ve bir de 76 yaşında babaneniz var.Herkes sizde ve mezuniyetinizden gelecek evlilik planlarınıza kadar sorguluyor, daha önce bir yazımda dediğim gibi ( I am not rebellious) ben de nazikçe geçiştirerek cevap veriyorum şöyle böyle diye. İki seçeneğiniz var annenize "Ehhh! Ben feministim, bu ne ya, çekilir işkence değil, kendi çaylarını kendileri alsınlar ya da babam götürsün" demek ve bütün ailenin dilinden kurtulamayacağınızı bilmek. ( Hee, çok mu dert, yoo değil zaten hiçbiriyle bağlarımı sağlam tutmak gibi bir derdim yok.) Dipnot: Annemi yalnız bırakmak bu koşullar altında bir de bana vicdan azabı getirecek. Yapı erkek egemen ve tek başıma bu yapıya direnmem çok zor aile içinde. Şaka yollu kardeşimi de katabiliyorum ancak mevzuuya ki birkaç çayı da o götürsün diye. Allahtan o da yardım ediyor.
Bu durumda ben annemi yalnız bırakmadığım, bütün okumalarımı bir kenara bıraktığım boyun eğen ikinci şıkkı tercih ediyorum ki saat 11de gittiler ve benim sırtım tutulmak üzere bütün gün ayakta durup hizmet etmekten birilerine. Ben bunu sadece bayramlarda çekiyorum. Annem bunu her gün çekiyor. Her gün bize hizmet ediyor ne kötü ne yorucu ve ne kadar ağır bir sorumluluk.
Biz biliyoruz ki annemin görevleri bunlar, özverileri değil, işin kötüsü annem de aynı düşüncede. Arada bir vücudu tepki verirse direniyor bu hizmet şekline. Bu bir yandan bir güç kadınlar arasında karşı çıkmamalarına rağmen her daim karşı çıkabilecekleri sinyalini veren. Ben olmazsa pislikten ve açlıktan ölürler söylemlerini duymuşuzdur hepimiz. Ama yapı beni bugün ellerine aldı, bir günlük ol bakayım ev kadını dedi, oldum, çok yorucu, beynimle iş yapmayı tercih ederim bulaşık yıkamak hariç.( Bulaşık yıkamayı seviyorum küçüklüğümden beri napayım, köpükler, sıcak su falan, bulaşık makinasını hala sevmem çok:))
Ya bu konzervatif aile hayatı tribi bayramlarda daha çok vuruyor işte hepimizi, özellikle evin kadınlarını.

Muhabbetler de aile köklerine, Türkiyenin politik gidişatına ve senin, benim onun kariyer ve evlilik planlarına saplı. Aile kökleri mevzuu bana hep eğlenceli gelir çünkü pembe dizi edasında. Onun ilk karısı bunun eniştesiyle kaçmış, onlar Trablusgarpa gelmiş, Arap kabileleri büyük dedeyi kaçırmış vs vs hede hödö hede hödö neyse... Politik gidişat mevzuunda gözler siyaset bilimi okuduğum için bana takılıyor, ama kadın olduğum için kurtarıyorum. Çünkü genel düşünce, kadın olduğu için çok da iyi anlayamaz da işte biraz şakayla karışık yorum yapabilir gibi birşey oluyor. Ben de politik kimliğimi, düşüncelerimin hepsini ailemle topyekün paylaşacak kadar delirmedim şükür:)))Dalga geçiyorum hahahaha, yeşiller kurluyormuş Türkiyede ben onları temsil ederim belki ileride, küresel ısınma malum puhahaha ne komik değil mi herkes eğleniyor.Allahım ne kadar yapmacık ve samimiyetsiz konuşmalar kimileri, hemen çay getir-götür, pasta, baklava taşı rolüme bürünüp mutfağa kaçıyorum bu gibi durumlarda.

Sonra benim kariyerim 20 kişi tarafından masaya yatırılıyor, burada da kadınlığım işe yarıyor. Tanrım iyi ki kadınım ve eziğim!!!
Sessiz ama derinden -ben okulda kalmak istiyorum akademisyen olarak.
İlk tepkiler aa asüper şahane, biz de yeğenimiz, kuzenimiz, birşeyimiz var deriz boğaziçinde hoca ayy süper,
ardından gelen yorumlar: Yalnız çok parasız iş yaaa...Yani sen o kadar oku 1, 5 milyara talim et bence çekilmez senden ne kadar niteliksiz insanlar 5-7 milyar maaş alıyor şirketlerde. Şirketlere danışmanlık yaparsın ileride olmaz mı?
ben bakınıyorum: İmdattttttt!! Gülümsüyorum sadece en yapmacığından hıııı. diyorum ki cevap vermem bekleniyor.

Sonra çayınız bitmiş çay koyayım diye kalkıyorum, diyorum ki iyi ki kadınım, eziğim!!
İki kuzenimden iki ayrı gün ve anda yapılmış aynı yorum: Para güçtür...Güçlü olmak zorundasın... Kiranı ödeyebildin mi diye düşünmeyeceksin kendini gerçekleştirmek istiyorsan ....vs vs vs vs

UFFFFF!KAFAM ŞİŞTİ İKİ GÜNDÜR İÇİMLE BİRLİKTE. ŞİŞTİM...Tek şişmediğim an kuzenimin 4, 5 aylık oğluyla oynadığım an:) Adı Barış:)) adı da kendi de çok güzel sevimli veledin. Prolaktin hormonum tavan yapmışken çok da çekilmez olmuyor en çekilmez anlar galiba...

Okuyanların da içini şişirdim herhalde...ama ben sıkıldım para güçtür anlıyorum deneyimlerini paylaşmak istiyorlar, boş şeyler de söylemiyorlar kendi durdukları yerlerden ama para senin için güçtür, benim için araç sadece. Şu an az para kazanmakla ilgili bir derdim yok yaşamımı iyi idame ettirebildiğim sürece ( iyiden kasıt lüks içinde değil, iyi kendi istediğin 'iyi' )

Ama bu yazının ana fikri şu ki,İyi ki kadınım, iyi ki eziğim!!!

Wednesday, December 12, 2007

Monday, December 3, 2007

bizim okuldan...

Ne zamandır yazmıyorum ve böyle birşeyi yazmayı da çok istemezdim aslında. Aidiyetimin çok önemli bir parçası olan okulumdan kötü bahsedeceğim çünkü şimdi. Bir daha kendi demokrasi illüzyonumu sorgulayacağım çünkü, BİR DAHA BİR DAHA YENİDEN VE UNUTMADAN, UNUTTURULMADAN.

neyse. kısa kısa geçeceğim. Geçen çarşamba okulda bir kulüp bir gecede kapatıldı, izinsiz belge dağıtıp su dağıtmakla ilgili birşeyler yüzünden. Ayrıntısını birkaç kişiden dinledim. Doldurulan belge yurt formuymuş izinsiz kulüp masasında. Dağıtılan "yan tarafta bir cemaatin dağıttığı su imiş sanırım. bir gecede ihtar çekilmeden pat diye kapattılar Tarih araştırmaları kulübünü. İslamcısı, feministi, sosyalisti biraraya gelmiş homojen olmayan birşey oluşturmuşlar her taraftan, kendilerinden dinlediğim kadarıyla. Eee mevzu bu değil miydi zaten, farklılıklarla bir arada yaşama hatta beraber iş yapabilme, ortak ülküler bulma ve bunları paylaşma.
Sanırım okul yönetimi için ya da ÖFKK için öyle değil. Mevzu bambaşka. Mevzu birileirnin gaza gelmesi sanırım tam olarak bilemiyorum.

Devam ediyorum Müzik kulübünün kapısına mühür vurulmuş. Neymiş, kapıyı gece açık bırakıyorlarmış onca uyarıya rağmen. Sakın insanlar gecenin bir yarısı bile müzik yapmak istediği ve enstrümanlar orada olduğu için olmasın. Zabıta mı okul yönetimi anlamadım ki.. nedir yani?

Zamanında bir milletvekilinin oğlu olduğu için faaliyet çakışması olsa bile bir kulübün kurulmasına izin veren aynı kurumdu. Hadi orada diyelim üzerlerinde baskı vardı. Kulüp kapatmalar, mühür vurmalar da baskı yüzünden. Bence artık mazeret yok. Biz illüzyonda yaşıyoruz. Hiçbiryer demokratik değil, hiçbir kurum ve olmayacak bu ülke sınırları içerisinde en azından.

Neyse ben illüzyonumda yaşayadurayım. Hayatımdan da bir illüzyon sunayım size:

"Çay bardağında
Bırakılan dudak payı
Kadar bile
Uzak kalamam
Gözlerine..."
S.Akın

Sadece beğendiğim için yazdığım iki cümle işte...

Monday, November 19, 2007

aynı-farklı

Aynı şarkıyı dinleyip
Gözlerimi kapattığımda
Aynı sahne gözlerimin önünde,
Canlı, renkli, gerçek
Martının teki
Tek bacağını kaldırmış,
Tünemiş ağacın tekinin üstüne,
Alabildiğine olmasa da
Mavi su her taraf
Güneş batmakta tereddütlü
Bisiklet sesi her yan,
Zincirlerimden biri çıktı galiba
Aynı müzik
Aynı sahne
Farklı oyun
Farklı sufle
En güzeli, sufle sessizlik
Bir hayli gürültülü müzikle halbuki
Aynı müzik
Farklı sahne
Martının kaldırdığı ayak sağ mıydı, sol oldu sanki
Aslında herşey farklı.

Birisi

Wednesday, November 14, 2007

le guin...

Benim yarına yetiştirmem gereken iki adet paperım, ertesi gün 2 adet sınavım var. Yeni oturdum masanın başına ve ne yapıyorum biliyor musunuz? Mülksüzlere bakıyorum, elimde kitap keşke bunu okusam şimdi dewey yerine diyorum içimden . Kitaba başlamak istemiyorum çünkü pratik değil ama bazen insan pratik olmayanı yapmak istiyor. Bari diyorum içimden şu arka kapağında yazanı geçeyim bloguma, öyle yansıtayım bu isteğimi:

"Vermediğiniz şeyi alamazsınız,
kendinizi vermeniz gerekir.
Devrimi satın alamazsınız.
Devrimi yapamzsınız.
Devrim olabilirsiniz ancak..."

Konuşmasını bitirirken, yaklaşan polis helikopterlerinin gürültüsü sesini boğmaya başladı.

Not: İçin fesat diyebilirsiniz ama n'olur üstteki ilk iki satırı ortaokul ergen erkek esprilerini hatırlamadan okuyalım....

Thursday, November 8, 2007

aman/yok saysınlar!

ne zamandir yazmiyorum aslinda su an buraya yaziyor olmam da saçma. Saat gecenin üçü, yapmam gerekenleri yapmadım, durum vahim buralarda yine bir de. Savaş vs vs vs...
vs vs vs dyebileceğim kadar kötülük var ayan beyan ortada. Bir de ayan beyan olmayanları var, bende de var, birilerinde de var.

gece gece saçmalamayayım daha fazla perihan mağden yazmış gene:

Ölmeyenlerin adaleti

Perihan Mağden

08/11/2007 (12872 kişi okudu)

Bilmiyorum, Türkiye Cumhuriyeti'nin 'Adalet' bakanlarının meselesi nedir?
İtibarlı bir hukuk profesörü olduğu rivayet olunan Hikmet Sami Türk, 'Hayata Dönüş' operasyonunu düzenleterek DE Dünya Zulüm Tarihi'ndeki Haklı Türk yerini almıştı(r) mesela.
Sonra '301'in uygulamalarına bakalım' şeklinde ve başka binbir şekilde savunmalarıyla; ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı/hedef gösterici/bizatihi 'ırkçı' (evet: bence bu da söz konusu, o maddenin 'uygulanış' biçimiyle) meşhuuur 301'imize sahip çıkmış bulunan Cemil Çiçek'li günler yaşadık. Geceler yaşadık. Karanlık zamanlar.
Şimdi Cemil Çiçek, hükümet 'sözcüsü'.
Yeni 'Adalet' Bakanımız Mehmet Ali Şahin ise "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. O gece o teröristlerle birlikte gitmiş olmalarını içime sindiremedim. Kurtulmuş olmalarından fazla sevinç duymadım," demiştir. Diyebilmiştir işte.
Çocuklar ölseydi, ortalık 'Kınalı Kuzular' edebiyatından geçilmeyecekti. Öldürülseydi çocuklar 'ejjdadımızzz' paralayacaktı kiralıkasker ve fakat kalemler.
Ayıptır. Ve de günahtır.
BU SAVAŞ'ın, yirmi yedi yıldır sürüp gidiyor olması nedeni ile ve pek çok nedenle, epey zamandır bir İnandırıcılık Sorunu vardır.
Bu Çocukları neye kurban veriyoruz biz? Kırk beş günlük, iki aylık, üç aylık eğitimlerle?
İşte dağların sahipleri, inlerin efendileri 'gider armut gibi toplarız askerlerinizi' şovunu gerçekleştirdiler.
Sonra da Geri Verme Şovları'nı.
Gerilla teknikleriyle savaşanlarla, gerilla taktikleriyle ve onlar kadar ince eğitimden geçirilmiş özel timlerle baş edebilirsiniz.
Sayıyı 'çoğaltıp' şehit cenazeleriyle insanların yüreklerini dağlayarak değil. Kin ve intikam duygularını on yıllarca daha, çıkmayacak lekelere dönüştürerek değil.
Ben, o sekiz çocuk, alçaklık stratejileriyle hiçbir sahiciliklerinin kalmadığını kavramaya dahi yanaşamayan Bölgedeki Güç(ler) Bağımlıları'nın elinden alınabildiği için mutluyum. Şahsen. Kurtuldular. Hayatta kaldılar.
Ne yani: ONLARI DA MI KURBAN VERSEYDİK?
Bakın, ne güzel söylemiş rehin alınan askerlerden Denizlili er Fatih Atakul'un annesi Aynur Atakul: "Oralarda asıl ölen analar.
Şehitler için bir-iki gün gözyaşı dökülüyor o kadar. Analar öyle mi? Konuşmak bakana kolay geliyor. Benim anam öldü, beni öldürseler de fark etmez. Ama benim oğlumun anası yaşıyor," diyor.
Davul zurnayla askere yollamışlar Fatih'i. Bu memlekette, bu kadar çok 'zayiat' verilen bir memlekette, hâlâ çocuklar davulla, zurnayla askere yollanabiliyor. Hâlâ askerlik, bir çeşit Tam Erkekliğe Geçiş/Büyüme-Olgunlaşma Ritüel'i telakki edilebiliyor. Kutsal/Kaçınılmaz sayılıyor, sayılabiliyor.
Bu halkın 'yapısı' böyle: Başına ne gelirse gelsin; emre itaatten, otoriteye boyun eğmekten ve hatta sevinçle/zevkle boyun eğmekten vazgeçmez gibi yapabiliyorlar.
Kan kusup 'kızılcık şerbeti' demesini isteyen padişahının, istediğini yerine getirebiliyor.
Şimdi davul-zurnayla askere yollanan Fatih'in Denizli'ye
cenazesi gelmedi diye, bir bakanımız üzülebiliyor. 'Sevinemediğini' ferahça ifade edebiliyor!
Fatih'in annesi Aynur Atakul: "Kurtulduğuna çok sevinmiştik. Ama Bakan Mehmet Ali Şahin'in açıklamalarından sonra yıkıldık. Biz onurlu insanlarız. Ben oğlumu büyük bir gururla askere gönderdim. Ölseydi daha mı iyi olacaktı? Aylardır oğlum ve diğer askerler için dua ediyorum," diyor.
Aynur Atakul aylardır oğlu ve başka çocuklar ölmesin diye dua ediyor.
Yüz binlerce anne, yıllardır, on yıllardır oğulları ve başka çocuklar ölmesin diye dua ediyorlar.
Bakan koltuklarından, köşe başlarından, makam ve mevki tepelerinden birileri atıp tutuyorlar. Atıp atıp çocukları ölüme bırakıyorlar.
El âlemin çocuğunun kanı üstünden en uzlaşmaz, en savaş yanlısı, en kestirmeci yargılarla "Asarız. Keseriz. Aşiret hainini pişirip sosla servis ederiz," edepsizliklerini sallamak, kolay. Çok zahmetsiz. Bazıları kolay'ı, ucuz'u çok seviyor.
ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ
YAKAR. Yakıyor.
Ateş, Şehit Anaları'nın yüreğini yangın ediyor.
"Allah evlat acısı göstermesin," diye bir lafımız var. Çünkü ruhu olan, kalbi olan herkes Evlat Acısından daha büyük bir acının, bu ölümlü dünyada olmadığını, varolamayacağını biliyor.
Onun için de, AK Parti'ye oyunu vermiş olan Denizlili piyade er Fatih'in anasına ve babasına, bu lafları etmek 'düşüncesizlik' filan değildir sadece. Çok ciddi bir vicdansızlıktır. İzansızlıktır. Kalpsizliktir.
Bizleri peki, bu kaygısızlıktan/bu saygısızlıktan/bu hain iklimden koruyacak hiçbir yorgan/şemsiye/sığınak/barınak- HAKİKAT, evet hakikat var mıdır?
Arat Dink'i ölüm tehditleri almaktan kurtaramadık.
301'den mahkûmiyet almaktan koruyamadık.
'Kişiliği nedeniyle' cezasını 'veren' mahkemeye karşı 'gıkımızı' çıkaramadık.
Arat Dink gitmek zorunda bırakıldı. Gitsin hakikaten yurtdışında yaşasın. Ki, yaşasın. Çocuklarıyla, karısıyla. Hayatta kalsın.
O sekiz çocuk ölmediği için, rahat nefes almış olan 'yüreklilerimiz' var.
Yaşıyor olmalarının sevinci içinde olanlarımız var.
'Adalet' bakanlarının laflarını yel üfürür su götürür. Şimdi n'olur bu çocuklar ve anaları, bizleri duysun. O kanatıcı lafları YOK saysınlar. YOK SAYSINLAR.
YOK.
SAYSINLAR.

Friday, October 26, 2007

rastlantılar

ne çok şey gelir sizi bulur hiç ummadığınız anda...

Tuesday, October 23, 2007

yıldırım türker'den

Taraf tutmak

Savaş tacirlerinin, militarist hamaset dilinin gölgesi gözümüzü karartmamalı. Hayattan taraf olmalı. Barıştan taraf olmalı

14/10/2007 (1885 defa okundu)

YILDIRIM TÜRKER (Arşivi)
Taraf tutmak, saf tutmak, taraf olmak. Her zamankinden derin uğuldayan bir mesele, karasularımızda. Her zamankinden daha sert, daha kaslı bir dili var, taraf olmanın. Daha çok taraf tutma tadında bir seferberlik hali.
Bir yandan tarafsızlığın soğukkanlı yordamına duyulan bir özlem varsa da tarafsızlık denilegelen hedefin aceleye gelmiş, derme çatma bir ütopya olduğunun farkında herkes. Taraf olmamanın, taraf olmadan kalmanın serin ve esintili zenginliği yutturmacasına karnı tok bu toprağın insanının.
Tarafsızlık, memleketimizde medyanın inşaatı olarak, statükoculuk anlamına gelir. Her halükârda devletin bekasını insanın üstüne yerleştiren, haklar ve özgürlükler meselesini ısrarla ikinci plana iten, durmadan ortak noktalar arayarak betonarme bir millet portresi çıkarmaya kararlı bir militanlığın adıdır, tarafsızlık.
Taraf olmak, tarafını belirlemek, öncelikle karşı tarafı, zıt kutbunu tarif etmekle başlıyor, kaçınılmaz olarak. Taraf olmadan önce, tarafların bir dökümünü çıkarmak gerek.
İşte bu noktada dolaşımda olan üst başlıklar bize, hayatımızı hangi yaftanın altında geçirebileceğimizi bildiriyor.
Tarafların belirlenmesi, oyunun kurulması birçok ideolojik aygıtın işbirliği ile devletin kunt sözleşmesi tarafından üstlenilmiştir. Devletin paramiliter bekçilerinin uydurduğu 'Ya sev ya terk et' gibi aslında bir tarafı çıkmaz sokak olarak tarif edilir. Sevmek zorundasın. Uymak zorundasın. Susmak zorundasın. Aksi takdirde bozguncusun.
Bezginlikten boğularak laiklerle mürteciler arasında bize dayatılan seçime tahammül etmeye çalışıyoruz. Ya askerin gözbebeğimiz olduğu cunta dönemleri ya şeriatın kanlı tırnakları. AKP, demokrasiye bağlılığı konusunda samimi mi, değil mi? Şimdiye dek topluca samimiyetine güvendiğimiz hükümetler tarafından hükme bağlanmış olan bir samimiyet ölçüsü var, besbelli.
Türban yasağı konusunda ne söylerseniz söyleyin, bu yasağa karşı olmak sizi anında kadınların kaygılarını anlamayan, dincilere koltuk çıkarak tarihi bir ihanete yazılan liboş yapıyor.
Demokrasi ülküsünü, yakın zamanda Mardin'in, Chantal Mouffe'dan alıntıladığı gibi, 'demokrasi diye bir şey yoktur, demokrasi uğrunda çaba vermek vardır'ı asla anlayamayarak, sabit bir sınırlar manzumesi olarak görüyor statükocular. Yasakçılık, demokrasi adına savunuluyor.
Burada maruz kaldığımız en sinsi kirlenme sonucu, sadece kimi tavır ve duruşların analizinden yola çıkarak dünyaya bakıp hiçbir şeyi derinlemesine düşünemez hale gelmemiz.
Emre Kongar'ı mı Mehmet Barlas'ı mı tutuyorsunuz?
Koç'un sponsorluk dayatması olan 'iyimserlik'ten bu yıl İstanbul Bienali'ne şıpınişi bir çerçeve çıkaran küratör ve onun karşısında konumlanan, kalbindeki Mustafa Kemal'i incinmiş bilim insanları arasından bir tarafı tutmak zorundasınız.
Ama en kötüsü Kürtsever misiniz, Türksever misiniz?
......................
Basınımızın PKK tarafından pusuya düşürülüp öldürülen 13 asker sonrası hamaset ve savaş gazeteciliğini iyice abartmış olması son derece kaygı verici. Manşet olan savaş çığlıkları bir süredir oyalanmakta olduğumuz hak ve özgürlük düşlerinden bir an evvel uyanmamız gerektiğini bildiriyor. Savaşın nedenlerini tartışmaya yer yok artık. Savaşı sorgulamaya. Mermi gürültüsünden sesinizi duyurmanız mümkün değil.
Kimi kesimlerde açık, çoğu kesimde de saklıda tutulan Kürt düşmanlığı en şık giysileriyle, ay yıldızıyla dökülüyor meydanlara. Şişli'de cep telefonundan Ahmet Kaya'nın Kürtçe bir şarkısını dinliyor diye, 17 yaşındaki fırın işçisini linçe kalkışanlar polis tarafından güçlükle yatıştırılıyor. Bu arada 'halkı galeyana getirmekten' çocuk tutuklanıyor.
Kimi demokrat yazarlarda görülen 'Hepimiz Mehmetçiğiz' sloganı da hayat algımızın paramparça edilip bize dayatılan 'taraf'lar konusunda pes etmenin bir göstergesi. "Hepimiz Ermeniyiz" sloganından alınanları, bakın biz Mehmetçiğiz de, diyerek yatıştırma çabası.
Oysa "Hepimiz Ermeniyiz" diye bağıranlar kendilerini, Ermeni oldukları için tehdit altında yaşatılanlara kalkan edip hedef olmaya hazır olduklarını ilan ediyorlardı. Yükselen ırkçı şiddete, biz kalabalığız, hepimizi öldüremezsiniz diye haykırıyorlardı. Birlikte yaşadıkları kardeşlerine sahip çıkıyorlardı.
Burada söz konusu olan ise, bir savaştır. Savaşa karşı olup barışın dilini konuşmak, bombaların gürültüsü altında güçtür elbet. Savaşın asla ve hiçbir koşulda çözüm olamayacağına inanan bir insansanız, nasıl ölen PKK'lılar için hepimiz PKK'lıyız, diye bağırmıyorsanız, Mehmetçikliğe de sahip çıkmamalısınız.
Genç insanların, sırtlarına Mehmetçik adı yüklenerek ölüme gönderilmesi karşısında acı çekiyorsanız, militarist adlandırmaların karşısında daha dikkatli davranmalısınız.
Yoksa, bir şehit cenazesinde konuşma yapan gözü dönmüş müftünün "Ermeni p.....'lerine" küfredişini en azından anlaşılır kılarsınız. Ermeni-Kürt müsün? Türk müsün? Vatanı seviyor musun? Sevmiyor musun?
Biz, kimsenin Mehmetçik olmadığı, Mehmetçik olmaya zorlanmadığı, kimsenin gerilla olmadığı, olmaya zorlanmadığı bir hayatın özlemini çekenler Kürtlerin de Türklerin de mutlu olduğu bir dünyayı düşlüyoruz.
Savaş tacirlerinin, militarist hamaset dilinin gölgesi gözümüzü karartmamalı.
Hayattan taraf olmalı. Barıştan taraf olmalı.
George Steiner, Dil ve Sessizlik'te "Biz sonradan gelenleriz. Artık bir insanın akşam Goethe'yi veya Rilke'yi okuyabileceğini, Bach'tan veya Schubert'ten pasajlar çalabileceğini ve ertesi sabah kendini, Auschwitz'deki gündelik çalışmasına verebileceğini biliyoruz" diyor.
Biz de neler gördük. İyi aile babası işkenceciler, zulmün hak olduğundan kuşku duymayan büyük adamlar. Halkı sindirmek için yalancı bombalamalar attırdığıyla övünen asker emeklileri...
Artık olmamış gibi, bilmiyormuşuz gibi, hiç işitmemişiz gibi davranma imkânımız kalmadı. Bütün bu bildiklerimizle beraber yaşayacağız. Birlikte yaşamayı; unutmadan, onararak yaşamayı öğreneceğiz.

Friday, October 19, 2007

tezkere...

Ya işte kabul oldu. 508 oyla topluca kısaca. DTP hariç vermişler oy. Meclisi bu kadar ortak fikirde görmek gözlerim yaşardı.Bakalım neler olacak? gidip yatayım sonra daha ayrıntılı konuşuruz bu mevzu uzun blog.

2.09 A.M.

Monday, October 15, 2007

sözlü tarih

Babamın bir arkadaşı bizdeydi geçen gün, geçmişin hızlı solcularındanmış ama bir ara sevilmeyen adam ilan edilmiş kendi cemaatinde. Neden mi? Çünkü sık sık özeleştiriye çağırılırmış grubu tarafından. Peki bu ne demek? Kadınlarla fazla gözüktüğü ve ilişkisi olduğu için 'burjuva değerlerinden vazgeçememiş' solcu ilan edilmiş. Modaya gidip gezmeler, müzik dinlemeler dans etmeler falan. Pis burjuva demişler resmen çok eğlendim. Devrimden başka yar olmaz, benim kadınım ölüm falan gibi erkek erkeke komüne kurban gitme halini anlamak zor tabii. Bence bu ülkede herşeyin anlamı ya abartılıyor, ya muhaliflik de abartılıyor ya da anlamı birebri değiştiriliyor eylemlerin ve kelimelerin.
Bir tanesi de yeni oldu dün ikinehir seyrettirdi. selçuk üniversitesi ülkücü yemin töreni, bir alışveriş merkezinde. Mevzu zaten korkunç silaha falan yemin ediliyor ama devamı daha ilgin. komünizme karşı diyor reis abi, sonra faşizme karşı diyor, sen orada kalakalıyorsun. Abi sen fiyakalı bir şekilde reis reis girerken alışveriş merkezine- niye alışveriş merkeziyse çok komik youtubedan bakın- herkes sana liderim öl desen ölürüm muamelesi yaparken, bri çeşit ırkçı sürü emperyalizme karşı denilen yemin edilirken silahı da unutmayarak faşizmin yöntemlerini kullanmadın mı sen şimdi? Yok faşizme karşı omuz omuza inisiyatifine yeni ülkücüleri de dahil edelim daha allak bullak olsun bence.
Neyse karışık mevzular, kimse tam haklı değil, kimse tam bilmiyor, kimse neden karşı çıktığının neye karşı çıktığının muhakemesini yapmıyor. Zemin kaygan ben düşerim. sizleri de öperim :)

1.43 a.m.

Wednesday, October 10, 2007

bir çeşit ruh hali...




dipnot: rahatsız oldum hiçbiri kadın değil! (hastayım galiba)

derdi olmak...

Senin hayatla derdin ne?

Saturday, October 6, 2007

replacable- irreplaceable

İnsan hayatında kaç kişinin yeri doldurulamaz?
Birilerini birilerine tercih eder miyiz? Nasıl? Niye? Kimi kime mesela?
Yeri doldurulamaz biri ya da birşey var mı? Yoksa insan oğlu herşeyi kendine göre yontar biçer alışır mı?
Emek ve sevgi herhalde 'irreplaceable' yapan birini birine. Herkes irreplaceable olmak ister di mi? Belki de birileri üzerinden kendimizi tanımlamaya çok alışığız o yüzden bu kadar önemli yeri doldurulamaz olmak. Şunun şusu, bunun şunu yaptığı kişi, şunun peşinden koştuğu, bunun bunu dediği kişi, sanki birileri olmasaydı etrafta yokmuşsun gibi. Berkeley der ya, birşeyi görmüyorsanız, varlığını bilmiyorsanız aslında yoktur diye. Herkes de çok eğlenir berkeley ile. Sonra Tanrı görüyor her şeyi ondan vardır şeyler der biz görmesek de, bilmesek de varlıklarını. Onun gibi işte. Biri yoksa etrafta seni yeri doldurulamaz olarak gören ya da seni öyle ya da böyle sadece tanımlayan ya da bir çeşit ilişki kurduğun öyle ya da böyle, sen yok musun?
Tanrı var gören, o yüzden varsın desem kolaycılığa mı kaçmış olurum berkeleyden copy paste yapıp!
Gece4.37 oldu artık sarmayayım...

düzeltme/ farkındalık :sanırım zaten birilerinin hayatında irreplaceableım şimdilik:)

Sevgi emektir. (K.Marx)

Sunday, September 30, 2007

novamedli kadınlar - insanlık onuru

29/09/2007
İNSANLIK ONURUNU AŞAĞILAYAN ÇALIŞMA KOŞULLARINA, KÖLELİK DÜZENİNE İSYAN EDEN: Novamed işçileri kazanacak!

Merkezi Almanya'da bulunan Fresenius Medical Care şirketine ait "Antalya Serbest Bölgesi"nde bulunan Novamed Fabrikasında 8ı kadın isçi, 26 Eylül 2006 tarihinden bu yana grevdeler. Diyaliz kan seti üretilen fabrikada bir yıldan bu yana 8o'i kadın, 82 işçinin sürdürdüğü grev devam etmekte. Petrol-İş Sendikası'na bağlı kadın işçilerin gece gündüz, sıcak soğuk, yağmur çamur demeden bir yıldır sürdürdüğü direniş; işçilerin sadece ekonomik talepler için değil, insanca yaşam koşulları için, onurları için de mücadele ettiklerini dosta düşmana bir kez daha gösterdi...

HER ŞEY ÜRETİM İÇİN!..
Kadın işçiler anlatıyor... Üretim yaptıkları tesiste kimyasal maddeleri solumak istemiyorlar. İşyerlerinin duvarlarında "maske kullanmak zorunludur" yazmakta ama maske kullanmak yasak. Sebebi ise; "meraklı Novamed yöneticileri" tarafından işçilerin konuştuklarının duyulmaması!..

Yöneticileri işi ifrata vardırıp, servislerde de konuşmayı yasaklamışlar. Bir saatlik yol boyunca bir-birlerinle konuşmadan işe gidip gelmek zorunda Novamed'li kadın işçiler. İşyerinde sekiz saat boyunca çalışan işçiler, tuvalete gidip geldikçe rapor vermek zorundalar. Serbestçe tuvalete gitmek bile yasak!..

Bu meraklı yöneticiler işçiler için aynı zamanda "yaşam koçluğu" da yapmaktalar! Öyle ki, "geceleri birbirleriyle görüşmemelerini, erken yatıp dinlenmelerini" ve hatta kadın işçilere "eşleriyle hafta sonlan yatmalarını" öğütlemekteler. İşçiler, eğer hamile kalmayı düşünüyorlarsa mutlaka bu çok bilmiş yaşam koçlarından izin almak zorundalar. Çünkü, hamilelik sırayla... Elbet bunun için daha önce yaşam koçlarından evlenme izni kopartıp, evlenmiş olmaları gerekiyor!..

Her gün; sekiz saat boyunca üretime tuvalet ihtiyacı için bile ara vermeden, elleriniz su topla-sa da, maske kullanamadığınızdan soluduğunuz hava baş ağrısı yapsa da, konuşmak yasak olsa da, evlenmek, hamile kalmak için izin istemek gerekse de üretim için çalışmalısınız. Yani her şey üretim için!..

12 Eylül 1980 cuntasıyla birlikte rafa kaldırılan işçi hakları, yıllar boyu süren mücadelelerle yeniden kazanılmaya çalışılıyor. Novamed işçilerine uygulanan insanlık dışı, yasa dışı uygulamalar elbette yeni değil. Tarihten bir örnek verelim. 1960'larda da bazı işverenlerin sürdürdüğü bir uygulamaya, "üst aramasına" karşı çıkan DİSK üyesi Lastik-İş Sendikası'nın sürdürdüğü kampanyadan söz edelim...

ÜSTÜNÜ ARATMA!
15 Eylül 1968 tarihinde Lastik-İş Sendikası bir bildiri yayınlayarak, işçilerin "üsderini aratmaması" gerektiğini duyurur. Royal Fabrikası işçilerinin Anayasa'ya, mahkeme kararlarına dayanarak başlattıkları "üst aratmama" direnişi kısa zamanda diğer fabrikalarda da yaygınlaşır.

Lastik-İş Genel Başkanı Rıza Kuas'ın imzasını taşıyan bildiriyi birlikte okuyalım: "İşçi Arkadaş, İnsanlık onuruna, yâni anayasaya aylan hareketlere engel ol. Fabrikaya giriş ve çıkışlarda üstünüzü aratmak isteyen işverenlere Üstünü aratma. Dünya'nın hiçbir yerinde işçilerin üstleri aranmaz. Bu kölelik devrinden kalma bir usûldür. Memurun, öğretmenin, subayın, öğrencinin, işverenlerin üstü aranmaz. Yalnız biz işçilerin üstü aranıyor. Demek ki bizi kendilerinden ayırıyorlar. Çoluk çocuk sahibi, temiz Türk işçisinin üstü bir hırsız gibi aranamaz. İşçi hırsız değildir, işçi emeği çalınan Türk vatandaşıdır.

Bazı küstah işveren ve işveren vekillerinin, işçileri odalarına sokup, üstlerini arıyoruz diye, çırılçıplak soydukları bile görülmüştür ve duyulmuştur. Bundan sonra, bu tip küstah işveren vekillerine veya üstünüzü arayanlara gereken cevabı sen vereceksin.

Görüldüğü gibi işverenlerin, işçilerin üstlerini araması, işletmecilik ile ilgisi olmayan; tamamen işçiyi horlamak, ezmek, ikinci sınıf bir vatandaş haline getirmek maksadını gütmektedir. Biz işçiler, işte bu korkunç, haysiyet kırıcı, emperyalist davranışa dur diyeceğiz. Bu usulü kaldıracağız. Anayasamızın 15'nci maddesi diyor ki: Kanunun gösterdiği hallerde, usûlüne göre verilmiş hakim kararı hâkim kararı olmadıkça, kamu düzeninin gerektirdiği hallerde, kanunla yetkili bulunan merciin emri bulunmadıkça, Kimsenin üstü, özel kağıtları ve eşyası aranamaz. (...)

Sen de üstünü aratmayacaksın. Kapı bekçilerinin ellerini yakana değdirtmeyeceksin. (Yalnızca paketlerinize bakabilirler.) İşçi kardeşim; üstünüzü aramaya kalkarlarsa, dinlemeden Topluca geçeceksiniz. Mahkeme kararı olmadan ne olursa olsun üstünü aratmayacaksın. Zorla bir arkadaşınızın üstünü aramaya kalkarlarsa: Topluca engel olacaksınız. (...)

İşveren veya vekili veya bekçisi, zorla aramaya kalkarsa: Ben sendikamdan emir aldım üstümü aratmam diyeceksin. Bir arkadaşımızın üstü aranmış olursa; derhal 21 28 95 numaraya, Lâstik-iş'e telefon edeceksin. Derhal üç kişi biraraya gelip zabıt tutacaksınız. Derhal karakola gidip şikâyet edeceksiniz.

Sen üstünü aratma gerisini sendikana bırak..." Bu bildiri ile sadece Lastik işkolunda değil, diğer işkollarında da direnişler başlar ve baskılara, saldırılara rağmen işçiler bu onur kırıcı uygulamayı kaldırmayı başarırlar. Bu başarıda, o yılların sosyal hareketliği kadar sendikal mücadeleye ve sendikaya duyulan güvenin payı büyüktür. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurucusu olan Lastik-İş Genel Başkanı Rıza Kuas, 1965 ve 1969 seçimlerinde TİP milletvekili olarak Mec-lis'e girmiş bir işçi önderiydi. Lastik-İş, Rıza Kuas'ın önderliğinde; 1968 yılında Derby Lastik Fabrikası işgali, 1970'de Gıslaved Fabrikası işgali, 12 Mart cuntasından sonra 1974'te yapılan ilk grev olan Gislaved Grevi ile direniş ve kararlılığın simgesi olur...

Novamed işçileri de tıpkı Royal, Derby, Gislaved ve diğer fabrikaların işçileri gibi onurlarına sahip çıkıyorlar. Onlar; diledikleri zaman evlenebilmek, diledikleri zaman çocuk sahibi olmak, kimyasal maddelerden zehirlenmemek için maske takmak istiyorlar. Yani insanca çalışmak, yaşamak istiyorlar. Ve inanın kazanacaklar!..

FEZA KURKÇUOGLU
fezakurkcuoglu@birgun.net

Wednesday, September 26, 2007

niye yazıyorum?

Ben niye yazıyorum? Sayın bir kış gecesi taa ne zaman bir yazısında yazı yazmak bir çeşit yalan söylemektir demişti yanlış hatırlamıyorsam. Oradan aklımda kaldı niye diye kendime sorup durdum. Mesela buraya niye yazıyorum? Blogçu diye dalga geçilen bir insan olma yolunda adım adım ilerlerken.
Birilerine kendimi anlatmak için mi?
Günceli yakalamak, güncel üzerine birşeyler yazmak için mi?
Üzerine düşüneyim birşeylerin belki biri bir fikir verir daha da güncellerim kendimi revize ederim diye mi?
Arkadaşlarım okusun, yorum yazsın diye mi?
Paylaşmak için mi? Paylaşmak içinse ben deli miyim niye her fikrimi bir yerlere basmak yazmak istiyorum, Nedir yani? Kendi aklımdaki belli şeyler birleştirip mitleştirip bir bütünmüşçesine sunmak için mi?
'self' imin bir kısmını yansıtmak istediğim için mi?
Kimse okumasa bile bu blog dursun ister miydim? Sanırım evet.

Babamın bir tane arşivi var, ufak birşey ama var . Eskiden okuduğu dergileri, gazeteleri ufak ufak kesip saklamış. Bir kısmı yıllık almanak çıkarmış onları almış onlar evde. Bizim ev biraz sahaf edasındadır o yüzden, ama doğru dürüst bir kütüphanecilik sistemi kuramadığımızdan çok yararlanamıyoruz. Bir kısım haberleri, yazıları koyarak ben de buraya bi rnevi arşiv muamelesi yaptığımı fark ettim. Yani hatırlamak için yazıyorum biraz.
Biraz da birşeylere refleks vermek için, belki bir çeşit mastürbasyon bilmiyorum .Okuyabilecek insanları tanıyorsam onlar zaten benzer refleksler verirler bu konulara. Yani birilerini etkilemek için yazmak değil sanırım buradaki amacım. Belki haberdar etmek tabii daha duymadıysa kimse. Bilemiyorum.

Ama genel olarak neden yazı yazdığıma gelince, BİLMİYORUM. GERÇEKTEN BİLMİYORUM. Bazen duygularımı, düşüncelerimi bir yere aktarmazsam boğulacak gibi oluyorum. Genelde kağıda aktarmaktan tarafım tabii.

Öyle ileride yazarsam ve birşeyler publish edilirse sanırım yandaş bulmak için, birilerini etkilemek için, alanda mücadeleye az biraz katkısı olsun diye, biraz da eleştiri alıp kendimi dönüştürmek için yazacağım herhalde.

Nedir? Ya da burada yazılanlara bakıp hatırlayıp "Ne safmışım " diyeceğim. HİÇ BİLMİYORUM...
23:21

Thursday, September 20, 2007

blog temizliği yapıldı:)

işçilik- kadınlık- novamed?

yer kadıköy rıhtım.. Biraz serin hava. yürüyor, birileri elinde megafon bağırıyor. Niye? bir ses verelim megafona: Novamedli kadınlar 1 yıldır grevde...

Niyeymiş, niyeymiş? Novamed ne ki? kadınların ne zoru var 1 senedir grevdeler?Buyrun:

"Novamed GMBH, Fresenius Medical Care isimli tüm dünyada diyaliz sektöründe; diyaliz cihazı, diyaliz sarf malzemesi, diyaliz seti (AV set) üretiminde dünya pazarının büyük bir bölümünü elinde bulunduran çokuluslu şirket bünyesinde faaliyet gösteren bir fabrika." bu Novamed nedir in cevabı...

"Fabrikadaki çalışma koşulları ise birçok serbest üretim bölgesi işyerinde olduğu gibi son derece vahşi. Çoğunluğunu kadın işçilerin oluşturduğu işyerinde ücretler düşük, çalışma koşulları zor. Günlük çalışma sırasında işçilere 15 dakikalık tek bir mola ve 25 dakikalık yemek arası veriliyor. İşyerinde yemek servisi yok, çalışma saatlerinde ve servis aracında dahi işçilerin birbiriyle konuşması yasak.

"Fabrikada çoğunluğu oluşturan kadın işçilere yönelik baskılarsa daha da zorluydu. Kadın işçilerin evlenmek için fabrika yönetiminden izin almaları gerekiyor, kadın işçiler asla insan yerine konulmuyorlardı. Evli kadınlar yönetimin belirlediği zamanlarda hamile kalıp çocuk doğurmak için sıraya girmeye zorlanıyorlardı."

Bu da neden grev yaptıklarının....

"Novamed’in kadın işçileri bu çalışma koşullarına isyan ederek Petrol-İş sendikasında iki yıllık bir örgütlenme mücadelesine başladılar. Sendika çeşitli zorlukları aşarak 19 Nisan 2006 tarihinde toplu sözleşme yapma yetkisini aldı. Ancak Fresenius-Novamed yönetiminin baskıcı tutumundan dolayı, bir anlaşmaya varılamadı.
Fresenius ve Novamed yöneticilerinin katı tutumu nedeniyle TİS görüşmelerinde uzlaşma sağlanamayınca işçiler, insana yakışır çalışma ve yaşam koşulları için 26 Eylül 2006 günü greve çıktılar. Greve çıkan 84 işçinin 82’sini oluşturan kadın işçiler, 1 yılını dolduran grevde bütün hayatlarını değiştiren bir deneyim yaşayarak, hem sermaye egemenliğine hem de erkek egemenliğine karşı mücadeleyi grev çadırlarında, dayanışma etkinliklerinde sürdürüyorlar.
Novamed grevi 1. yılını doldururken, İstanbul’daki kadın örgütleri, kadın çevreleri ile sendika ve demokratik kitle örgütlerinden kadınlar tarafından oluşturulan “Novamed Greviyle Dayanışma Kadın Platformu”* grevci kadın işçilerle ilgili bir dayanışma kampanyası başlattı.
Novamed Greviyle Dayanışma Kadın Platformu tarafından 15 Eylül Cumartesi günü Novamed şirketinin İstanbul Maslak'taki Türkiye temsilciliğinin önünde "Novamed greviyle kadın dayanışması" pankartıyla yaklaşık 100 kadının katıldığı bir dayanışma eylemi düzenlenendi ve Novamed grevinin Türkiye'deki kadın işçilerin sendikalaşma mücadelesinin sesi haline geldiği vurgulandı."

bu da halen sürüncemedeki durum...

Kadınlar kadıköy rıhtımda ve pek çok farklı yerde neden bağırıyorlar? hamile kalmasına, konuşmasına karışan bir zihniyet özgürlükçü dediğiniz piyasa mı? Kar amacı gütmek ? İnsanca yaşamak? seçim yapmak lazım herhalde... Dehşete düştüm bentham ın makalelerini okurduk ingilteredeki durum hakkında 18. yüzyılda. çok benzer geldi bana, bize.

22 Eylül Cumartesi
Saat: 11.00- 14.00 Stand: Taksim
Saat 14.00-18.00 Panel/Forum Makine Mühendisleri Odası
Kolaylaştırıcı Yaprak Zihnioğlu
Ön sunumlar Şemsa Özar, Sevgi Göyce, Novamedli grevci
Filmmor film gösterisi Güliz Feryal + fotoğraflarla Nilgün

Hiç olmadı gördüğümüz yerde imza versek...

Monday, September 17, 2007

?

ben alice miyim? :)

me, myself and I

ben? o ben değilim değil mi? o = not-ben?

o ben mi yoksa? Nasıl bu kadar benzer olur düşünceler ve hisler en özelken en kişiselken, en bana has olduğunu sandığımda ? Çokluk içinde birlik takıntılı filozoflara hep bir tuhaf bakardım. Sonunda vardığım yer burası mı yoksa? bana değil başkasına ama aynı tamamen aynı? yoksa tamamen aynı değil mi?

Gerçekten hissedebilir mi ne hissettiğimi? Düşünebilir mi ne düşündüğümü? İnsanoğlu birbirini anlar da konuşmadan anlar mı? sanmıyorum ama şüpheleniyorum...Nedir?

bilmem ki...

Not: düşünmem lazım çok..

Friday, September 7, 2007

yağmur...

yaklaşık 2 saat önce tam da 2 önceki entry mi destekleyecek o süper gökten boşanırcasına inen (bunu betimleme olsun diye söylemiyorum bizim burda gerçekten öyle indi.)YAĞMUR yağdı hala biraz yağıyor o kadar şiddetli değil ama yapıyor. Akşam olduğunda artık hafiften ürperiyorum. Seviyorum sonbaharı ben galiba:)Öyle işte yazayım dedim...eylül sürprizlidir...

3.12 a.m.

Sunday, September 2, 2007

deliliğe övgü...

saçmasapanlığın saçmasapanlığı çekiyorsa seni ve normal olmak en bayatken,
sen normalin dibinde bir yerlerde sıkıcı, tahmin edilebilir, vs. vs., anormalleştiğin anların dahi tekdüzeleşmesiyle sarsılmışsan ve artık başka birşey olmuşsa herşey senin için, herkes senin için, tutarlılık gerekmiyorsa en gerektiğini düşündüğün anda, düşündüğün anlar kendini başka şeyler düşünürken buluyorsan ve düşmüşse herşey bir anda elinden ve topladığında kartlardan birkaçı kayıp birkaçının kenarı yırtılmışsa, arkadan sufle veren ses daha çok gitmişse aklından sana nasıl davranman gerektiğini söyleyen ve bu durum seni saatlerce uykusuz bırakıp üstüne bir de ilginç bir haz veriyorsa ya da haz demeyelim de dayanma kuvveti diyelim, çelişkiler nefessiz bırakırken kendiliğinden gelmiş geçmiş bütün çelişkilerini hatırlayıp en utandığından utanmaz hale geldiysen, kurgun var ve orada yaşayıp oradan çıkmayı başarabilsen bile başarmamaya çaba sarf ediyorsan...

Friday, August 31, 2007

eylül geldi..

Ben eylül ayını severim. Yani ben doğduğum için değil yanlış anlamayın okadar dünya benim etrafımda dönmüyor hala:) Böyle sonbahar gelir ama yazdan da tam çıkılmamıştır. Havalr artık tahmin edilemiyor ama eylülde yağar da böçyle hiç beklemediğin anda yağar. Eylül ayı bir sürprizlidir. Bir güzeldir. Yapraklar hafif sararır ama hala yeşildir. Yani böyle arada derede iilginç bir ay işte burda yaşanan hali.

Dipnot: Gül çoktan cumhurbaşkanı oldu. Hadi hayırlısı bakalım.

Tuesday, August 28, 2007

birgün'den...

Cemil Ertem Birgün'den http://birgun.net/index.php?sayfa=73&view_author=164&article=10186

Bir Temel Hak: Vatandaşlık Geliri 14/08/07

Hükümetin ertelediği Sosyal Güvenlik Yasası ve yeni anayasa yakında gündeme gelecek. Sosyal güvenliğin bu sefer de toz duman arasında kaybolmaması gerekiyor. Hepimizin bu can alıcı sorunu bütün boyutlarıyla tartışmamız, bu dönemde, çok önemli. Tartışmaya şöyle bir soruyla başlamaya ne dersiniz: "Toplumun belirli bir andaki geliri tek tek bireylerin üretime yaptıkları katkının toplamından fazla bir şey olduğuna göre, bireylerin gelirden alacakları pay üretime yaptıkları kişisel katkıyla belirlenir mi?" Bu can alıcı soruyu Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder, "Bir Temel Hak Olarak Vatandaşlık Geliri" adlı derlemenin önsözünde bize soruyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu atölye çalışmalarını Ayşe Buğra ve Çağlar Key-der'in editörlüğünde yayınladı. Buğra ve Keyder bu çalışmada bize "Vatandaşlık Gelirinin" yaşadığımız dönemde bir anayasal temel hak olması gerektiğini hatırlatıyor. Bunun için, hem yeni anayasanın gündeme geleceği hem de sosyal güvenliğinin tekrar tartışmaya başlanacağı şu günlerde, bu çok önemli kitabı öneririm.

Kapitalizm 16. yüzyıldan itibaren insanın yaşamını idame ettirmesini emeğini satmasına bağlamış; yani insan emeğini piyasada alınıp satılan bir meta yaparak "çalışmayana ekmek yok" anlayışını ahlâki bir düstur olarak benimsetmiş-tir. Mülkiyetin kurumsallaşması da bu anlayışın bir sonucu olarak geliştirilmiştir. Ancak 16. yüzyıldan beri de başta hümanist düşünürler olmak üzere insanlık, bu anlayışın karşısına, bizim yukarıda sorduğumuz soruyu sorarak, temel gelir yaklaşımını getirmiştir. Buğra ve Keyder temel gelir kavramını şöyle tanımlıyor: "Temel gelir kavramı, bir toplumda yaşayan bütün insanlara, çalışma hayatındaki bugünkü veya geçmişteki yerlerinden bağımsız olarak, sadece toplumun bir ferdi oldukları için, koşulsuz olarak sağlanan düzenli bir nakit geliri ifade eder."

Bu yaklaşım piyasalaşan emeğe verilen değer yerine insana ve insan haklarına verilen değeri öne çıkarır. Bu özellikle günümüz koşullarında çok önemli bir yaklaşımdır. Sosyal güvencenin bireyin çalışma hayatındaki rolüyle değil toplumun üyesi olma durumuna göre belirlenmesi insanlık için bir devrimin başlangıcıdır. Çünkü "çalışmayana ekmek yok" anlayışı emeği kutsallaştırır ama bundan daha çok mülkiyeti meşrulaştırır.

Çalışmayana ekmek yok anlayışı aynı zamanda artık geride kalmış bir sosyal güvenlik anlayışını da ifade eder. Korporatist ve geri bu anlayış bireyin sosyal güvenliğini ödediği primlere bağlar. Öte yandan, bütün vatandaşların koşulsuz yararlanacağı sağlık, eğitim ve barınma gibi insani gereksinmeleri güvence altına alan vatandaşlık geliri yaklaşımı vatandaş olmayı yeterli görür. Böylece "Anayasal Vatandaşlık" kavramının ekonomik yanını da temsil eder. Vatandaşlığı kan bağına indirgeyen milliyetçi yaklaşımların yerine ikame edilecek Anayasal Vatandaşlık kavramının önemi ve gerekliliği burada bir kez daha ortaya çıkıyor.

Özellikle ikinci savaş sonrası geliştirilen sosyal güvenlik sistemi Keynesçi tam istihdam anlayışına dayanır. Yani bu sistemde çalışacak durumda olan tüm erkeklerin iş bulacakları varsayılır. Bu yaklaşım savaş sonrası gelişmiş ülkelerde geçerli oldu. Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde ise kırın bir sosyal güvence sistemi olarak var olması durumu idare etti. Ekonomik büyüme ile istihdam arasındaki ilişki seksenli yılların ortalarına kadar kuvvetli bir biçimde devam etti. Artık ne kır bir sosyal güvenlik aracı ne de ekonomik büyüme ile istihdam arasında doğrusal bir ilişki var. Büyüme ile istihdam arasındaki ilişki koptuğu gibi geçim ile istihdam arasındaki bağ da kopmuş durumda. Dünya ekonomisi büyüyor ama işsizlik de hızla artıyor. Öte yandan çalışan yoksulların sayısında da, hatırı sayılır, bir artış var. ILO'nun Küresel İstihdam Raporu bu gerçeği önümüze koyuyor. İşte bu koşullarda insanların sosyal güvencesini yalnızca ödediği primlere bağlamak insani bir yaklaşım olmadığı kadar sistem için de akıldışı bir durum. Çünkü esnek üretim denilen sistem de böyle bir sosyal güvenlik sistemini aslında olanaklı kılmıyor. Bunun için yalnız Türkiye'de değil, tüm dünyada var olan korporatist sosyal güvenlik sistemi iflas etmiş durumda.

İşte tam burada insanın, insan hayatının, çalışma yaşamının ve emeğin yeniden tanımlanması ve anayasal vatandaşlık kavramının vatandaşlık geliriyle birlikte gündeme gelmesi gerekiyor. Bu ekonomik aklın gereği olduğu gibi ahlaki bir sorun da. Peki, bunun için kaynak yok diyen mi var? Aşağıdaki not onlar için: Bugünlerde milyarlarca doları spekülatatif işlemlerde batıran Goldman Sachs geçen yıl yalnızca üç üst düzey yöneticisine 160 milyon dolar ikramiye ödedi. Hedge fonların yalnız son altı ayda batırdıkları para ile tüm dünya vatandaşlarının bir yıllık vatandaşlık gelirleri ödenir.

Thursday, August 23, 2007

yazı yazmak güzeldir ama bu sıcakta ve bu saatte değil! Hem kağıda yazmak daha güzel illaki dokunmak yazdığın kağıda!!

Sunday, August 19, 2007

mevsimlik işçiler?

"Kamyonet, minibüs, traktörlerle balık istifi dizilirek taşınan tarım işçileri yollarda hayatını kaybetmeye devam ediyor. Şanlıurfa'da tarım işçilerini taşıyan kamyonete kamyon çarpttı. Şarampole yuvarlanan iki araçta 15'i tarım işçisi 16 kişi yaşamını yitirdi, 15 kişi de yaralandı. Yaralılardan dördü ağır. Kazanın meydana geldiği kavşağın 300 metre ilerisinde trafik ekipleri, tarım işçilerinin kamyon, kamyonet ve traktör kasalarında taşınmalarını önlemek amacıyla denetim yapıyordu." haber böyle başlıyor bugün radikalde!
Sonu da böyle bitiyor: "'İşçiler sesini çıkaramıyor'
Tarım işçilerinin oturduğu Karşıyaka Mahallesi'ni kaza sonrası acı büyüktü. İşçi yakınlarından Mehmet Çalış şöyle konuştu: "Sabah, bu insanlar birkaç kuruş kazanmak için yola çıktı. Burada herkes komşu, her evden iki-üç ölü var. Bir kamyona 50 kişi bindiriliyor. Ekmek parası için işçiler de sesini çıkaramıyor."

İşçiler sesini çıkaramıyor. ÇIKAR-A-MIYOR! Oradaki a ile hesaplaşmak mı lazım ne yapmak lazım? Bilemedim. Kaç gündür okuyorum neredeyse her gün bir kaza ya da mevsimlik işçilerin inanılmaz istismarı, korkunç çalışma şartları vs vs..
Başlıklar:
"Mevsimlik işçilerin yeni sezonu az ücretle, kötü koşullarla, işsizlik korkusuyla başladı."
"Sosyal güvenceleri yok!"
"Türk-İş: Şartları çok kötü
Türk-İş Genel Başkanı Salih Kılıç ise Türkiye'de mevsimlik tarım işçilerinin çok kötü şartlar altında çalıştığını belirterek "Devlet, tarım işçilerinin sıkıntılarını gidermeli. Gelecekleri güvenceye alınmalı, sosyal güvenlik sağlanmalı" dedi. (dha, aa)"


BU MANŞETLER DAHA UZAR. MANŞET DEDİYSEM YANLIŞ ANLAŞILMASIN. Yanlış kullanıyorum kelimeyi. Bular sadece gazete haberlerinin başlıkları y ad aara başlıkları ki belli başlı gazeteler hariç mevzuudan bahseden de az.

Bu kısır döngü gibi ya: Fındıklıklarda bulunmuş biri olarak ve yakın akrabaları sürekli yevmiyeli mevsimlik işçilere fındık toplattırdığından az biraz çalıştıranların ve çalışanların ruh halini görme şansım oldu. ya da şanssızlığım diyelim. Öyle bir yoksulluk çeşidi ki bu herşey içiçe geçmiş: Gelir adaletsizliği, bölgesel adaletsizlik, etnik ayrımcılık, yoksula yoksul olduğu için ayrımcılık vs vs... SES ÇIKAR-A-MAYAN insanlara eğer bağımlılarsa çalıştıran kişiye istediğiniz eziyeti yaparsınız gibi bir anlayış var. Şunu demek istemiyorum: Mevsimlik işçileri alıp elleirni bağlayıp işkence ediyorlar. Yapan yoktur umarım ama insan yerine koymamakla başlıyor herşey zaten. Çoğu Doğu ve G.doğudan gelen işçilerin aralarında Kürtçe konuştuklarında ne konuşuyorsanız anladığımız dilde konuşun, küfür mü ediyorsunuz belli değil cevabıyla karşılandığını duymuşluğum var. Müdahale etmeye çalıştığımda da inanılmaz bir şekilde terslenip herşeyi abarttığımı söylediklerini hatırlıyorum. Ya bir dakika, o insanların anadili o. İkincisi hiç düşündün mü neden insanlar yerlerini yurtlarını birkaç aylığına bırakıp oralara geliyorlar hem de balık istifi olmuş bir kamyonet içerisinde. Üçüncüsü sana küfrediyorlarsa da iyi ediyorlar. Adamlara verdiğin para belli. Anneannem onlara misafir gözüyle baktığı için yeme içirme derdinde olurdu hep hatırlıyorum ama bu biraz daha insanca olsa da yine elaleme ayıp olmasın ve adamlar daha iyi çalışsın kaygısıyla yapılıyordu onu da biliyorum. İnsanlar tabii ki ses çıkaramazlar çünkü ellerinde kendi bedenleri hariç direnebilecekleri bir mekanizma yok. Herkes karşılarında, insanlar, devlet, özel sektör vs vs vs. Şimdi bunları böyle clear-cut ayırmayalım falan demeyelim. Çünkü hepimiz biliyoruz ki devlet ideolojisi denilen şey onları zaten dışlıyor. Marxist açıdan devlet desen o da zaten yoksulu önemsemez zenginin derdine bakar. İnsanlar desen onlar da bu sistem içerisinde az biraz vicdan yaparlarsa belki önemserler ama sorun çoğuna değmediği için birşey yapmazlar değiştirecek gücü kendilerinde bulmazlar. Sorunun yaşayanların kendilerine dair düşündükleri bile değişir bunca muhalefet varken bir yandan. Bir yandan isyan etmek isteseler ne olacak? çıkar-a- madılar daki o a hep devrede.

Bugün bir mail geldi bir gruptan Şu şiir var ekte Can Yücel'in:
"Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı... "

Yel işçiden yana esecek mi bilmem ama mevsimlik işçilerden yana hiç esmiyor esmeyecek gibi de duruyor.

Not: Umutsuz yazı... Üzerine düşünmek lazım biraz daha...

Wednesday, August 15, 2007

gül kendine...

Ya Abdullah Gül aday oldu sonunda köşke. Sence olacaklar mı diye soruyordu herkes? Ben bence olmayacak aday gerilmesin diye ama olursa da olur %46 lık oy duruyor bu da reelpolitik. Cumhurbaşkanı ile başbakan kankaysa, birbirine anayasa fırlatan birileri olmazsa işler daha paralel yürür. Ama şimdi biraz korkmaya başladım. Hegemonik bir durum olur mu diye? Bakalım bekleyip göreceğiz.

Gül kendini aday yaptırdı, AKP nin kendi içindeki çatlamalardan bahsediliyor. 24 Nisandaki adaylığıyla bu seferki arasında bir çeşit destek farkı var diyor gazeteler, gözlemciler. Bakalım göreceğiz. CHP şimdiden herşeye boykotlu, tipik. Asker??? Bakalım göreceğiz...

yıldırım türker'den...

Mevsimlik köleler

Mevsimlik köleler
Yoksulluğun pençesindeki adamlar, kadınlar her yıl bu yolculuğu yapıyor. 10, 15, 20 lira... Ne kazanabilirlerse.
23 sürgün işçi, Adıyaman'ın Kahta'sından Karadeniz'e fındığa giderken yurttaşlık dersinde öldürüldüler

12/08/2007 (917 defa okundu)

YILDIRIM TÜRKER (Arşivi)
Ah, dilsiz kardeşlerim. Mevsimlik köleler. Gazetelerin önemli, değerli, gerilimli haberlerinin arasında ne kadar solgun, ne kadar uçucu, ne kadar ölü fotograflarına benziyorsunuz. 13 yaşındaki Mustafa, 14 yaşındaki Nafiye ve diğer küçük adam, küçük kadın memleket köleleri. Hayatınızda belki de ilk ve son çektirdiğiniz fotograflarla; alınları damgalı vesikalıklarınızla bize kâbus olur musunuz?
12'si çocuk, 23 sürgün işçi balık istifi depolanıp nakliye edilirken yolda paramparça olmadan önce ne güzel, ne gururlu bir memlekette uygarlık şarabını yudumluyor, tatil tefrikalarıyla hafifledikçe hafifliyorduk. Yegâne gerilimimiz Cumhurbaşkanı eşinin saçlarıydı.
23 sürgün işçi, Adıyaman'ın Kahta'sından Karadeniz'e fındığa giderken yurttaşlık dersinde öldürüldüler. Yola dağılmış ölülerini görenler dayanamamış. Paramparça olmuşlar.
Niğde'de de başka bir mevsimlik köle kafilesini taşıyan minibüsün otobüsle çarpışması sonucu 19 kişi yaralandı, 15 yaşındaki Vahap da 'olay yerinde' öldü.
Adıyaman'dan fındık toplamak için Giresun'a gelen 19 yaşındaki Bayram'la 17 yaşındaki Yılmaz geçen gün, Bulancak ilçesi sahilindeki iskelede denize girdi. Bir süre sonra gözden kaybolan gençler boğularak öldü.
Onlar, kibar deyişiyle mevsimlik tarım işçisiydi. Mevsimlik işçilerin neredeyse tamamı, Güneydoğulu Kürt.
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platform Sözcüsü Abdullah Aysu, mevsimlik tarım işçilerine "kırsal kesimdeki yoksulların en yoksulu" diyor. Bianet'e anlatmış.
Aysu, "Normal şartlarda kendi topraklarında doyabilirler. Ama çatışma nedeniyle bu gerçekleşemiyor. Yerinden edilmiş olanlar da var. Hayvancılıkla, toprakla uğraşamıyorlar. Üretebilseler, bunu satabilecek mekanizmalardan yoksunlar. Yaşadıkları Güneydoğu politikalarıyla doğrudan bağlı" diye ekliyor.
Sayıları kayıtlara göre 190-200 bin civarında. Ama tarım sektörü uzmanları, mevsimlik işçilerin ailecek çalıştıklarını, çocukların da çalıştığını, kayıt dışılığın yüksekliğini hesaba katarak, bu rakamın gerçekte bir milyona yakın olduğunu tahmin ediyor.
Aysu'nun verdiği bilgilerle birlikte, mevsimlik tarım işçilerinin yaşadıkları şöyle:
Çalışma alanları: Büyük toprak ağalarının işlerinde ya da toplama işinin hızla yapılması gereken fındık gibi alanlarda çalışıyorlar. Türkiye'de çiftçilerin yüzde 87'den fazlası işçi çalıştırmıyor. Orta Anadolu'da soğan, şeker pancarı, kayısı, Çukurova'da pamuk, Ege'de yaş sebze, zeytin, Karadeniz'de fındıkta çalışıyorlar. Toplama, çapa, kurutma, serme işlerini üstleniyorlar.
Dört ay: Yılın dört ayında biriktirdikleri parayla geri kalan sekiz ayı da geçirmeye çalışıyorlar.
Düşük ücret: TÜİK verilerine göre 2005'te erkek bir mevsimlik işçinin ortalama günlük ücreti 18,06, kadın mevsimlik işçininkiyse 13,62 YTL'ydi. En düşük ücret kadınlar için Hatay'da 10,83, erkekler için Aydın'da 12,82 YTL'ydi. Devlet işletmelerindeki erkek mevsimlik işçininki 25,60, kadın mevsimlik işçininkiyse 23,12 YTL oldu.
Aracılara komisyon: Mevsimlik işçiler ücretlerinin bir bölümünü "elci", "dayıbaşı", "çavuş" denen aracılara komisyon olarak veriyor. İşçilerin yaşadıkları yerden çalışacakları yerlere ulaşımını, nerede, hangi işlerde çalışacağını da bu aracılar düzenliyor.
Sosyal hakları yok sayılıyor, dışlanıyorlar: Çoğunlukla kamyonların kasalarına doldurulup istif şeklinde taşınıyorlar. Genellikle çadırlarda kalıyor. Sağlıklı su ve kanalizasyona erişemiyor. Sağlık sorunlarını kendileri çözmek, maliyetini üstlenmek zorundalar. Bu süre çalışma süresinden sayılmıyor. Sosyal güvenceleri, sigortaları yok. Köylüler mevsimlik işçileri genellikle içine kabul etmez.
Doğu'dan Karadeniz'e yolculukları iki gün sürüyor. Zaman kaybetmemek için mümkün olduğunca molasız yolculuk ediyorlar. Bazen minibüslere 20, kamyonların arkasına 40 kişi biniyorlar.
Ordu'da bir çadırkent onları bekliyor. Turnasuyu deresi boyunca kurulmuş çadırkentte yaklaşık 400 çadırda 3 bine yakın işçi kalıyor.
Bu en beter mülteci kamplarını hatırlatan çadırların başında 24 saat polis bekliyor. Günde 20 lira kazanabilmek için 10 saat fındık topluyor. Daha o paralardan yüzde 10 komisyon verecekler. Nakliyeci tacirlerine.
Ne sıkıcı konular, değil mi? Bu memlekette ne önemli konular varken; memleket bölünme-çatlama-örtünme krizleriyle hop oturup hop kalkarken.
Kürt milletvekillerinin, uzun uykusundan uyanıp ortalığa çıktığı andan itibaren karşısında el pençe divan durduğumuz, gerdan kırıp saygılarımızı sunduğumuz başbuğ ve adamlarının ayağına gidip ellerini sıkması karşısında mutluluktan gözlerimiz yaşarırken. Hele başbuğun da ilahi bir yücegönüllülükle uzatılan elleri bir yumrukta itmeyip avcuna alması karşısında.
Körlüğe-sağırlığa-vahşet kışkırtıcılığına-milli reflekslere ve her türlü karanlık insanlık hallerine kader demeye yatkınız ya, kader artık bizi şamarlıyor. Sözgelimi, mevsimlik işçiler diye anılanların farkına varmamız tam da nereye oturtacağımıza karar veremediğimiz Kürt milletvekillerinin magazinine merak saldığımız günlere denk geldi. Onları da temsil ettikleri köleler gibi istifleyip gözden ırak bir yere kaldırmak, kendilerini yüce ulustan sanmamaları için mümkünse ahırın yanındaki samanlığa kapatmamız fena mı olurdu?
Sırrı Sakık, yakınıyor: "Bize zenci muamelesi yapıyorlar." Diğer partiler Meclis'te ikinci katta verilen odalara yerleşirken DTP'ye başka yerde bir oda gösterilmiş. Uzun mahpusluk günlerinden kalma mide hastalığından tedavisi süren Ahmet Türk, yemin töreninden sonra hastalanmış. Sakık, anlatıyor: "Tören 10 saat sürdü. Liderler o gün, Meclis'te odaları olduğu için dinlenme olanağı da bulabildi. Belki odalarında ayakları uzatıp yorgunluk giderdiler. Biz ne yaptık, başkan ne yaptı? Sandalyenin üzerinde 10 saat bekledi. Bu haksızlık". Hastanede tedavisi süren Ahmet Türk, DTP'nin ilk grup toplantısına katılamamış.
Evet, merkez sağın yeni, cehennemin dibindeki sağın eski temsilcileri; laikçi cumhuriyet fedaileri; gururlu dinibütün zevat; DTP milletvekillerinin ikide bir kulaklarını büken, onlara marabalara reva görülen muameleyi çeken basın erbabı ve benzeri ve benzeri!..
Bu nerelere koyacağınızı bilemediğiniz; demokrasinin berbat bir kazası olarak gördüğünüz Kürt milletvekillerinin kimin adına ve ne hakla orada, şimdilik sandalye tepesinde oturduklarını bir türlü anlayamıyordunuz.
Onlar, her yaz yurtlarından ekmek parası uğruna sürülen, mal gibi kamyonlara yüklenip fındığınızı, zeytininizi toplamaya günlerce yol katedip çadırlarda üst üste polis nezaretinde çalıştırılan Kürt kölelerin temsilcisi. Onların da temsilcisi. Meclis'e girebilmek için aldıkları oyu da o köleler ve onların akrabası köyleri yakılıp yıkılmış, ekmeksiz ve kitapsız bırakılmış, dilleri lâl edilmiş yurttaşlarınızdan aldılar. Dolayısıyla Meclis'teki yerleri de kapıya yakın.
Şimdi anladınız mı?

Monday, August 6, 2007

canım meclis güzel meclis...

Haberlere bakıyor musunuz? Ahmet Türk Devlet Bahçeli el sıkışıyor. Aysel Tuğluk önde. Şemdin Sakık meclisin en şıklarındanmış bir arkada. İnanabiliyor musunuz?
Açıkçası bütün seçim propogandası ip-urgan olan bir parti ve genel başkanı, karşıda yıllarca terörist denilen adam ve kadınlar... Aynı mecliste.. El sıkışıyorlar. Memleketin faydasına denen şey bu herhalde. Ben niyeyse bir umut doldum. Arka sıralarda bir ufuk:) Kritik zamanlarda kan gövdeyi götürmez diye umut etmek istiyorum.
Bir yandan cumhurbaşkanlığı seçimleri ordunun tutumu falan zaten hep arka planda kafamda bir yerlerde ama şu manzara bile az rastlanılır cinsten.
Baykal göstermelik olmakla suçlamış iki partiyi de. Yani küfür gibi. Göstermelik olsun, nolacak. İnsanlar iletişim kurmuş ya bir şekilde abi kızdı tabii, kendisi iletişim özürlü. Hatta kavrayışta da sorun var. Seçimde az oy aldığını bile kabul etmekten aciz. Neyse.

Demokrasi sesime geldin mi ne!:D Bir umut. Bir arkadaşım bu ülke için çözüm umut falan gibi kelimelerin geçtiği cümleler kurmayı tekrar hayal ediyorum demişti geçen gün. Belki de kim bilir party animal:)...

Saf mıyım ne?

Saturday, July 28, 2007

Domates-Bağ-Dal

Nasıl, dolgunlaşmış, kocaman, ama yeşil bir Domates, Ekim güneşinde kendisini kızartacak ışınları bulamayınca, dalıyla bağını kesip, kızarmanın, olgunlaşmanın yolunu, çürüme sürecinde ararsa...*

*Oruç Aruoba- Tümceler

Çürümeyle olgunlaşmak da hiç fena değil, çürüyenin ne olduğuna bakar...

Thursday, July 26, 2007

bırak onu bunu:)

Hayyam'dan..

Ey kör!Bu yer, bu gök, bu yıldızlar,boştur boş!
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
Bir nefestir alacağın, o da boştur boş!

Hayyam amca mevzuuyu çözmüş galiba. Aman yaşamak lazım çok düşünmeden...

Sunday, July 22, 2007

seçimler...

Ve Türkiye'nin meclisi değişti. 4/5 oranında tamamen yeni bir kadro, tv de öyle dediler.
Kısaca 3 parti içerde bir de bağımsızlar:
AKP %46,61
CHP %20,91
MHP %14,27. (NTVMSNBC verileri)

Ufuk Uras içeride. İlk defa oyum boşa gitmedi. Yupppiiiiiiiiii. seçim naraları atmak istedim sonucu görünce.:D
Baskın Hoca giremedi:( ve Doğan Erbaş la birbirlerinin önünü kestikleri kaçınılmaz bir şekilde ortada. İkisinin oylarını toplayınca zaten yetiyor bir adaya girmesi için. İst.2. bölgeden yok bağımsız. Zafer hocam da mecliste Mersin'den. DTP grup kurabilecek kadar mecliste.
ABD basını: Türk Demokrasisi kazandı.
Dünya Basını: Muhtıra kazandırdı.

Kısa kısa böyle durum. Olası CHP-MHP koalisyonu yok hiç ufukta. Zaten mecliste ufuk var hehe. Tayyip dünyanın en duyarlı konuşmasını yaptı. Artık daha çok sorumluyuz, daha çok kesimi kapsıyoruz. AB politikalarımıza devam edeceğiz diye. %50ye yakın destekle şımarma durumunda aba altından sopa gösterirler zira. Gerek yok hepimize yazık di mi?
Ya bir şeyi fark ettim. Bu milliyetçileri fazla abartmışım gözümde. yani chp-mhp topla ki chpye oy veren kesimde bir sürü değişik insan da var, akpye yetişmiyor çok açık ara aşağıda. Etnik köken yerine dine dair bir yerde birleşiyor gibi bi sonuç çıkıyor aslında galiba. Çünkü g.doğuda da aynı şey oldu. AKP ile neredeyse başa baştı DTP adayları, bazı illerde AKP öndeydi. Şimdi yepyeni bir süreç. Umarım çok kavga dövüş geçmez de siyasete tanıklık ederiz biz de. Siyaseti yapılamaz hale getirmek çok kolay çünkü burda. Umarım olmaz. İyi ya da kötü ama partiler politika yapabiliyor olsun minimum stnadart bu bence. Tabii sonrasını da yapsınlar. Çözüm ve uzlaşma kısmını. Eskiden bana çoook geyik gelen ve belki de sürekli eleştirdiğim üst politika ile sorun çözme, çatışma yönetimi vs. diye geyik isimlerle de bilinen şeyler şimdi bana o kadar da geyik gelmiyor. Bir yerden tutulursa belki işe bile yarayabilirler gibi geliyor hatta. Şimdi mecliste ufuk uras bir tane farkındayım ama yine de mevzu yaratabilir. Kaale alınmak zorunda bırakabilir başkalarını. Meclisin ajandasına bir sürü farklı çözüm bekleyen konuyu sokabilir. :) Baskın hoca da gireydi:(

neyse içim rahat. Erdoğan mantıklı konuşuyor, neoliberal evet, eleştirilecek çok yanı var evet, ama en azından uyumlu, olumlu, değişebilir ve esnek. Bazen diyorum galiba çok değiştiler. İktidar onları esnek ve pragmatist bir hale getirdi. Seçimden bir gün önce Tayyip tvdeydi. Başörtüsü sorunu çözülecek mi diye sordular. O da tak dedik mi değişmez bunlar köklü sorunlar hiçbir vaat veremem dedi. Gerçekçi...%50yi nasıl aldığının farkında: Catch-all. Herkes var akpye oy verenler arasında, adaylar arasında da: Sosyal demokratlar, dindar muhafazakarlar, milliyetçiler, ABciler vs vs vs. O yüzden farkında olunacak bir tehlike yok. Dipnot: yarın cumhuriyet ne başlık atacak çoook merak ediyorum!

Meydanlarda milyonlar yürürken korkmuştum ama onlar da homojen değilmiş işte, ya da bu kadarlarmış işte.

Neyse, kısaca bu seçim fena geçmedi, insanlar süper cevap verdi: Kutuplaşmaya hayır dedi resmen. Umarım AKP hegemonyası denilen şey can sıkar hale gelmez. Umarım birileri yaptıklarına çok kızmaz. Siyaset yapılabilir kalır.

Yarın okulda şükür namazı kılalım diyoruz çimlerde. hehehe. Belki Boğaziçine, bize ödenek ayırırlar.

Yarın yeni bir gün gerçekten...
01:39 23 temmuz 2007

Seçimler deyince Koray hocanın yazısını da esgeçmeyelim ve unutmayalım adamlar neoliberal:


AKP nasıl kazandı?


AKP'nin seçim zaferi birçok gözlemci tarafından halk muhtırası olarak anlaşıldı. Sorunlu bir gözlem bu. Militarizme boğazına kadar batmış bir halk anti-militer bir mesaj vermez. AKP orduyla gerçekten bir bilek güreşine tutuşsaydı, o zaman kaybederdi. Herkesten çok AKP biliyor bunu.

NEDEN İKTİSADİ Mİ?

Evet. Yoksullar AKP'nin daha da derinleştirdi-ği neoliberal denizde boğulmamak için AKP'ye sarıldılar.

Bu durum tam bir bilmece yaratıyor. Çünkü AKP döneminde milli gelir 180 milyar dolardan, 411 milyara; kişi başına milli gelir 2.598 dolardan, 5.560 dolara yükseldi. Bu arada enflasyon yüzde 3o'dan yüzde 9'a indi.

AKP'nin dümen suyundan gitmeye teşne birçok gazeteci ve bir parça akademisyene göre, AKP'nin başarısını bu iktisadi mucizeye bağlamak mümkün. Bu açıklamalara hızlıca hak vermemek mümkün değil. Milli geliri 5 yılda iki katına çıkarmak dünyada çok az hükümete nasip olmuştur. Ama neden başka yerde yatıyor.

KAZIN AYAĞI

YTL'nin aşırı değerlenmesini hesaba kattığımızda işlerin aslında hiç de göründüğü gibi olmadığını anlıyoruz. Aslında milli gelir nominal olarak, yani lafta artıyor. Düşünün, krizden hemen önce dolar 1.70'di şimdi 1.20 olacak mı diye tartışıyoruz. 2002 hemen krizden sonra geldi. Milli gelirin dörtte biri yalnızca faiz gelirlerine gitti, bir milyon kişi işsiz kaldı, birikimleri TL'de olanlar kısa bir süre içinde yarı yarıya yoksullaştı. Derviş'in finans açıklarını yamamasıyla bu durum bir parça kontrol altına alındı.

Milli gelirin lafta artmasının bir diğer nedeni de dünya gıda fiyatlarının son 5 yılda yüzde 25 artması. Yoksul ülkelerde aile gelirinin büyük bir bölümü gıdaya gider. Bu oran Türkiye'de yüzde 28'dir. Enflasyon yoksul için daha ezici olur.

Bir de bunun üzerine gerçek işsizlik oranının yüzde 19'da sabitlenmesini ekleyin. Cari açığın 30 kat, evet 30 kat artmasını, merkezi yönetim borcunun iki kat artmasını, dış ticaret açığının 3 kat artmasını ekleyin.

Ve son olarak, özelleştirmelerle kendinden önceki kuşağın birikimini çarçur eden bu kuşağın AKP'li vekillerinin bu açıkları mal satarak kapadığını anımsayın. Bu iktisadi rezalet nasıl olur da AKP'nin zaferini açıklar. "Normal" bir seçmen bu iktidarı devirmez miydi?

SEÇMEN NORMAL Mİ?

Bu koşullarda evet. Daha da ileri gidelim, AKP'den başka bir partiye oy vermek en yoksullar için anormal olurdu. Çiftçiler, Abdullah Aysu'nun deyimiyle "AP'leşmiş" AKP'ye yakınlaşmada sorun görmediler. Bunun nedeni köylünün örgütsüzlüğü, Gökhan Günaydın'ı Ankara yedinci sıraya gömen CHP körlüğü ve sosyalistlerin güçsüzlüğüdür.

İşçilere yoksulluğun nedenini anlatabilecek kitlesel bir partinin yokluğunda, her kamu hastanesine girebilen, sıra beklemeden eczaneden ilaç alabilen, borç batağına batmış ve kamu mallarını satarak açığını kapayan AKP'li belediyeden temmuz sıcağında kömürünü alan, ununu sağlayan ve bir de üzerine formal yerel iktidar ağlarına girişi mümkün bir işçi kime oy verirdi? Siz olsaydanız kime oy verirdiniz?

İŞÇİNİN EMEKÇİNİN PARTİSİ

AKP iktisaden ve siyaseten şelalaler gibi iç içe geçmiş iktidar ilişkilerini ortadan kesen bir siyaset güdüyor. İşçiler ve emekçiler bu nedenle patronların partisinin peşinden gidiyorlar. Çünkü işçilere, köylülere, kadınlara ve gençlere bir umut veremiyoruz. İşin ilginci bin umut peşinde olanlar bile Kürt seçmene umut veremiyor artık.

Siyasette duyguların, kimliklerin, sembollerin artık daha geride olduğu bir coğrafyaya girdik hep birlikte. Artık merkez sağın "Hıristiyan Demokrat" AKP tarafından tanımlandığı, çevresine de milliyetçi Kemalist bir blokun yerleştiği yuvarlak bir coğrafya bu. Soldan sağa uzanan bir hat değil.

Ancak solun önü açık. Neler yapılabileceği AKP'nin başarısında gizli. Baskın Oran ve AKP kampanyalarının seçim ertesi gazete ilanlarına devam eden tek hareketler olması sol adına sevindirici. Haftaya AKP'den solun öğreneceklerini tartışacağım.

Tuesday, July 17, 2007

Monday, July 16, 2007

yok birsey...

Whatever I have is precise...*

*Ölü Ozanlar derneği kitabından.

Whatever I have is precise.

Friday, July 13, 2007

bir deneme

Burayı iyice kendi gazetem ya da Türkçe yazdığım makaleler haline getirdim ama okuyan varsa ekleme yapmak isteyen, köküne kadar eleştirmek isteyen, they are welcome:) buyrun edin. Paylastıkca fikirler pratiğe dönüşebilir hale gelir gibi bir varsayımım var. Memnuniyetle eleştirin. Bu yazıyı "sosyal haklar" başlıklı bir eğitimde 4 kişi kafa patlatıp 15 saatte falan yazdık. Yani sadece benim değil yazı ama bayağı emeğim var diğer arkadaşlarla beraber. Bir çeşit deneme sayılır. Çok da uzun değil. İçinde "sınıf" kelimesinin dahi bir kere falan geçmesi mesela eleştirilecek bir yanı. Bir başka yanı başlığının yoksulluk olması sosyal tabakalaşma (social stratification)da denilebilirdi vs. Yazıldığı yer önemli biraz da aslında. Her üniversitede her bölümden insana hitaben yazıldı bu yazı. Biraz buna dikkat ettik ama hala anlaşılması zor yerler var. Buyrun okuyun isterseniz:


YOKSULLUK

Yoksulluk kavramı üzerine çoğu zaman “yoksul”lar üzerinden düşünürüz. Toplumda yaygın olarak görülen yoksulu tanımlama şekilleri ise genellikle yoksuldan korkma; suçun şiddetin kaynağını yoksulluk olarak görme ve yoksulu hastalık bulaştıracak biri gibi kabul etme gibi bakış açılarıdır. Bu bakış açısı yoksulluğu yüzünden ‘öteki’ ilan edilen kişilerin sosyal ortamdan tamamen dışlanmasına kadar gidebilir. Bir başka bakış açısı ise, yoksulların çalışmadıkları/tembel oldukları için yoksul olduklarıdır. Bu durumda yoksulluk birebir çalışmayla özdeşleşmektedir. Halbuki çalışan yoksulların da bulunması bu olguyu zaten yanlışlar (Buğra 2005). Ayrıca bu anlayış yoksulun arka planını ve içinde doğduğu şartları yok saymaktır. Bir diğeri ise yoksullar üzerinden kar elde etmeyi hesap etmektir. Bu yaklaşımların hepsinde ‘insan’ın araçsallaştırılması söz konusudur. Bu noktada yapılması gereken şey, yoksulları sosyal dışlanma riskiyle karşı karşıya bırakan yargılar üretmeden evvel, yoksulluk üzerine düşünmektir.
Neden yoksulluk var?

1980ler sonrası değişen dünya düzeni ve üretim modelleri ile birlikte, yüksek gelirliler ile düşük gelirliler arasındaki gelir dağılımı farkı daha da arttı. Yeni dünya düzeni ve yeni üretim ilişkilerinden kastımız, 1970 lerin başında gelişen şirketlerin uzmanlaşmalarına ve ürünlerin kitlesel üretiminden çeşitliliğe dayalı üretime geçildiği ve uluslar arası rekabetin yaygınlaştığı süreç. Şirketler artık kişilerin ihtiyaçlarından çok, tüketici gruplarına hitaben tüketicilerin/müşterilerin zevklerine göre üretmeyi tercih etmektedir. Bu çeşit üretime de esnek üretim modeli/sistemi denmektedir. Eşitsizliğin artmasındaki nedenler olarak, küreselleşme, üretim modeli ile birlikte sosyal-ekonomik yapılardaki değişimler, özelleştirmenin arttırılması ve piyasaya olan aşırı güven, kuraklık ve çevre sorunları, savaşlar ve nüfus artışına kadar pek çok nedenden bahsedebiliriz. Bu eşitsizlik Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 2006 verilerine şu şekilde yansımaktadır:

 * Dünyada 2,5 milyar insan günlük 2 dolar gelir düzeyinin altında yaşıyor; yani yoksul.

* Bu kesim, dünya nüfusunun yüzde 40'ını oluşturuyor ama, dünyanın toplam gelirinin yüzde 5'ini alabiliyor.

* En zengin yüzde 10'sa, toplam gelirin yüzde 54'üne sahip.

* 850 milyon kişi açlık ve kötü beslenmeyle karşı karşıya.

* 1,1 milyar kişi, temiz içme suyuna erişemiyor.

* Saatte 1.200 çocuk, önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüyor.
Türkiye’de ise nüfusun en zengin %20’si toplam hane gelirinin %44, 4’üne sahip, en yoksul %20’si toplam hane gelirinin % 6,1 ‘ine sahip.
Ancak tam da yukarıda değindiğimiz üzere bu ölçütlerin kişilerin ne kadar tüketim yaptıkları üzerinden belirleniyor olması sorunu “yoksulluk” kavramının tanımı üzerinden tekrar düşünmemizi gerekli kılıyor.


Yoksulluk nedir?

Birleşmiş Milletler Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Komitesi yoksulluğu şu şekilde tanımlıyor: “Yoksulluk, yeterli bir yaşam standardının yanı sıra diğer medeni, kültürel ekonomik, siyasi ve sosyal haklar için gerekli olan kaynaklardan, yetilerden, seçilerden, güvenlikten ve güçten sürekli ya da kronik olarak yoksun kalmakla karakterize olan durum olarak tanımlanabilir." Bu tanım Amartya Sen’in “yapabilirlikten yoksunluk” olarak adlandırdığı olguyla da örtüşüyor. Sen’e göre yoksulluğun yok edilebilmesi için insani gelişmişliği sağlamalı ve kendilerini gerçekleştirmek için kişilere uygun şartlar yaratılmalıdır. Bir başka deyişle bir mekanizma tarafından şartların eşitliği sağlanmadığı sürece haklarını kullanma ve talep etme durumu da sağlanamamış oluyor. İnsani gelişmişliğin eşit ve hak temelli sağlanabilmesinin yolu da bu mekanizmanın rolünü devletin üstlenmesiyle gerçekleşir. Devlet hem kişilere engel olmamalı, engelleri kaldırmalı bir taraftan da uygun şartları sağlamalıdır.
Yeni yatırım alanlarının ortaya çıkması ve emeğin de küreselleşmesi istihdam kaybına yol açarken “yeni yoksulluk” un çözümü sadece istihdam sağlanmasıyla da olanaklı olmamaya başladı (Buğra 2003). Türkiye özelinde ele aldığımızda bölgesel ve cinsiyete yönelik eşitsizlikler, gelir dağılımındaki ciddi farklılıklar, eğitim, sağlık ve barınma hakları bir seviyeye kadar devlet tarafından sağlanıyor olsa bile yurttaşların eşit olarak bu haklara ulaşım imkanı bulamaması yoksulluğun nedenleri arasında sayılabilir. Bu anlamda çözümü sosyal politikalarda arama ve bu yolla şartları dengelemeye çalışma devletin misyonu haline gelmelidir.
Yoksulluk tartışmaları, temel ihtiyaçların belirlenmesi ve minimum standartların sağlanması üzerine gelişti. Dolayısıyla temel ihtiyaçların başkaları tarafından yoksullar adına karar verildiği bir süreç işledi. Kişilerin yoksunluklarını kendilerinin belirleyeceği bir sistem olması gerektiği ortaya çıktı. Bu sistem ihtiyaçların lokal ve çok boyutlu olduğu varsayımına dayanıyor. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler de gelişmişliği endekslerken sadece ekonomik temelleri baz almıyor, insani yönünü de göz önüne alıyor. İnsani Gelişmişlik Endeksi yukarıda bahsettiğimiz yapabilirliği göz önüne alarak kriterlerine yaşam süresi, okuma-yazma oranı ve erişimi, sağlık hizmetlerine ulaşabilirliği, cinsiyet eşitliği vb. dahil ediyor. Örneğin UNDP’nin sunduğu 2006 yılı verilerine göre, Türkiye GSYİH (Gayrisafi Yurt İçi Hasıla) baz alındığında 177 OECD ülke arasında 70. sırada iken İnsani Gelişmişlik Endeksi baz alındığında 92. sıradadır. Tam tersine Küba GSYİH’da 93.sırada iken İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde 50. sıradadır. Bu da bize göstermektedir ki insani gelişmişlik kaynakların kıtlığı ile değil nasıl kullanıldığı ile ilgilidir.
Neden yoksullukla mücadele?
İnsanlığın en yoksul yüzde kırk altısı küresel gelirin yüzde 1,2’sine sahip (Pogge 2002, s.334). Türkiye’de ise durum nüfusun en zengin %20’si toplam hane gelirinin %44, 4’üne sahip, en yoksul %20’si toplam hane gelirinin % 6,1 ‘ine sahip. Bu rakamlar silsilesi bize eşitsizliğin ne kadar derin olduğuna dair bir fikir vermekte. Nüfusun en yoksul kesimleri toplam gelirin çok az bir kısmına sahipler. Buna karşılık nüfusun çok küçük bir kesimi, gelirin büyük bir kısmına sahip. Bu eşitsizlik ve adaletsizlik ile ilgili sorun ortaya atıldığında, verilen cevap genelde “Başka Alternatif Yok.” olmakta. Çözüm alternatifleri değişik yollarla sunulabilir. Yapmamız gereken, öncelik belirlemek ve adalet adına bir tutum geliştirmek. Örneğin, toplam küresel gelirin en yüksek %1’lik değeri, Dünya Bankası’nın günlük 2 dolar olarak belirlediği yoksulluk sınırının altında yaşayan 2 milyar 800 milyon insanı bu sınırdan kurtaracak gelir miktarına denk gelmektedir. Söz konusu miktar, ABD’nin yıllık savunma bütçesine veya yıllık ham petrolün piyasa değerinin yarısına denk gelmektedir (Pogge 2002, s.334). Devletlerin adalet adına tutum geliştirmeleri yönünde baskı yapmak gerekmektedir.
Neler Yapılıyor?
Avrupa Yoksullukla Mücadele Ağı (EAPN) ; 1990’dan beri 22 sivil toplum kuruluşunun bir araya gelmesiyle oluşan bir işbirliğidir. Yoksullukla mücadeleyi Avrupa Komisyonu’nun ve kamuoyunun gündemine taşımayı, sosyal içermeyi yasalara dayalı haklar yoluyla başarmayı hedefliyor.
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu, yoksulluk alanında çalışan akademisyenlerden oluşan bir merkez. Yoksulluk, nedenleri ve çözüm önerileri üzerine araştırma yapıp veri topluyor. Bu yolla yoksullukla mücadelenin olabilirliği ve nasıl olabileceği üzerine politikalar üretiyor.
Kanada’da bireysel bir savunuculuk faaliyeti olarak Kate Turner tarafından başlatılan e-posta vergisi talebi de yoksullukla mücadele için üretilmiş bir fikir. Gittikçe yaygınlaşan e-posta yolunu kullanan dünya üzerindeki herkesten devlet tarafından kesilecek çok cüzi bir miktar verginin devletler üstü bir mekanizmada toplanarak dünyadaki yoksullara dağıtılması fikrini ortaya atmaktadır. E-posta yoluyla bunun savunuculuğunu yapmaktadır.
Bir başka örnek de, Küresel Kaynaklar Kar Payı (KKKP) diye adlandırılmış bir küresel adalet modelidir. Küresel yoksulların gezegen üzerindeki doğal kaynaklar üzerinde hak sahibi olduğu varsayımına dayanır ve devletlerin ve hükümetlerin doğal kaynakları kullandığında ya da sattığında onlardan küresel yoksullara kar payı bırakması gerektiğini savunur. Mevcut sistemi dışlamayan bu model, aradaki uçurumu gidermek için doğal kaynakların hepimizin olduğu üzerine temellendirilmiştir (Pogge 2002, s.321).
Türkiye’de Başbakanlığa bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Fonu kapsamında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ile birlikte yoksullukla mücadeleye girişilmiş ancak herhangi bir kampanya ya da proje yapıldığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Aynı zamanda 2007 yılında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Türkiye Ekibi tarafından Milenyum Proje Hedefleri kapsamında yoksulluğun azaltılması hedefi güdülerek bölgesel farklılıkların giderilmesi üzerine faaliyete geçmiştir ancak somut bir adım bulunamamıştır.
Var olan dünyanın ve eşitsiz sistemin devamlılığının kaçınılmaz olduğuna inanmıyoruz ve alternatifler üzerine yapılan çalışmaların, araştırmaların ve verilerin daha ayrıntılı incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Yoksulluğun yapabilirlikten yoksunluk olarak tanımlanıp insanca yaşamaya dair ahlaki ve politik bir pozisyon alınması gerektiğine ve bu pozisyona göre hareket etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Sadece kişilerin haklara sahip olması ve daha çok seçeneğinin olması değil,o hakları kullanabilmesi için gerekli yolların hak temelli ve eşit olarak devlet tarafından açılması gerektiği kanaatindeyiz. Yoksulluğun çok büyük bir dert olduğunu ve yoksullukla mücadelenin mümkün olduğunu, başka bir deyişle, başka bir dünyanın mümkün olabildiğini düşünüyoruz.

KAYNAKÇA


Balkan Neşecan, Sungur Savran. (2003) “Neoliberalizmin Tahribatı” , Metis Yayınları
Buğra, Ayşe , Çağlar Keyder (2006) “Sosyal Politika Yazıları”, İletişim Yayınları
Buğra Ayşe, Çağlar Keyder (2005) “Poverty and Social Policy in Contemporary in Turkey”, Boğaziçi Üniversitesi Social Policy Forum, January
Buğra, Ayşe , Çağlar Keyder (2003) “Yeni Yoksulluk ve Türkiye’nin Değişen Refah Rejimi”
Işık, Oğuz, Melih Pınarcıoğlu (2001) “Nöbetleşe Yoksulluk”, İletişim Yayınları
Pogge, Thomas (2002) “Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, çeviren Güneş Kömürcüler.
Sen, Amartya. (1999) “Development as Freedom”, New York: Alfred A. Knopf.
www.eapn.org
www.die.gov.tr
www.spf.boun.edu.tr
www.stk.bilgi.edu.tr
www.undp.org.tr
www.undp-povertycentre.org

Thursday, July 12, 2007

bisiklet?

Tek başına süzülmek bisikletle, çocukken bindiğin salıncaktaki rüzgarın aynısı daha hızlısı ve artık manevra sende,oohh yokuş aşağı, hareket kabiliyetin bile var büyüdün salıncak yok şimdi. Çok seviyorum bisiklete binmeyi, çok seviyorum hele ki dört tarafım denizken bisiklete binmeyi, çok seviyorum o hissi , ne diyeyim birileri benden önce süper yazmış zaten:

BİSİKLET NEDİR?

• Eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
• Özgürlüktür: Ferman padişahın, dağlar bizimdir.
• Kardeşliktir: Bir ağaç gibi tek ve hür öte yandan.
• Tevazudur: Estağfurullah beri yandan.
• Çocukluktur: Hayatla izdivacın balayı günlerinden.
• Aylaklıktır: Akreple yelkovana nispet.
• Sükunettir: Ne der filozof: gürültü, zekayla ters orantılıdır.
• İdraktir: Hepimiz Gogol'un Palto'sundan çıktık.
• Rüyadır: Üç yaşında başlar, hayat boyu sürer.
• Hayal gücüdür: Durduğunda devrilir.
• Dengedir: Statükoyla alakasız.
• Şeytan arabasıdır: İtaat mi, o da kim?
• Aşktır: Her bahar sırtınızı ürpertir.
• Libidodur: Düz duvarlar sizindir.
• Bahardır: Papatyalarla aynı nebatattan.
• Yazdır: Yaz yaz bitmez bir metnin iki noktası.
• Kıştır: Her mevsim Vivaldi.
• Kendisidir: Doğan görünümlü Şahin değil.
• Devrimdir: Gerçekçi olur imkansızı ister.
• Ütopyadır: Ayaklar hep havada.
• Kırmızıdır: Hayali cihan değer, hele bir ihtimal iken.
• Muhaliftir: İktidara müdanasız.
• Mesttir: Ömer Hayyam'ın üzüm suyundan.
• Bir lokma bir hırkadır: Derviş soyundan.
• Şehrazat'tır Bağdat'ta: Binbir geceden süzülür.
• Kerameti kendinden menkuldür: Bir bilen bilir, bir de binen
• Bi tur versenedir: Boş arsaların rant'a yenik düşmediği
zamanlardan.
• Aşüftedir: Yoldan çıkartır.
• Mor Külhanidir: Kendi kendine çalan bir davul zurna.
• Rosinantedir: Don Kişot'un altında olsaydı değirmenler bizimdi.
• Rüzgargülüdür: Kır evinin verandasında.
• Yelken, balık dümen, su: Hepsi birdendir.
• İsyandır: Bush'u iki kere dehledi üzerinden.
• Şarabi eşkiyadır: Şan verir ortalığa her bahar.
• Köroğludur: Otomobil icat olur mertlik bozulur.
• Tek kişilik karnavaldır: Dünyanın sokaklarından.
• Müslüman mahallesinde salyangozdur: Eyvallahı yoktur aleme.
• Kel-alakadır: Bütün bağlamlardan muaf.
(Aydan çelik' in yazısıdır. Birgün gazetesi Bisiklet özel eki, TBF sitesinde yayınlanmış ve TBHF sitesinden alınmıştır.)

Çok sıkılmış, herşeyden bunalmış, beklemelerden ya da ertelemelerden yorulmuş haldeyken imdada yetişir, alır, götürür, ayaklarınızı yerden keser:) Bana öyle yaptı...

Tuesday, July 10, 2007

disk-chp...

Çok güzel yazmışlar duygularıma, düşüncelerime tercüman olmuşlar. Bianette okuduğumda tıkanıp kalmıştım zaten. DİSK nasıl CHP-DSP ye destek verir ki diye ağzım açık kalmıştı. Sağ nerde sol nereye, sendikacılık nedir kime denir???? Bugünkü Bianette Aziz çelik belki bağımsız sol kaale alır işçileri yazmış ee haklı da. Hala Meclise ufuk gerek benim tarafta. Ne kadar bunlar çok propoganda yaptı ay sorostan para alıyorlar bunlar bölücü vs. gibi yorumlar hızla artmaktaysa da, insanların, özellikle gençlerin bağımsız sol adaylar için neden çalıştığını sorgulamaya başlayan bir paranoya mevcut olsa da, ufacık da olsa fikirlerime tercüman olacak birilerinin mecliste olması fikri, en azından gündeme yeni birşeyler sokabilecek olabilecekleri fikri beni çok heyecanlandırıyor.

Çağdaş Hukukçular Derneği DİSKe cevap yazmış, hiç de fena olmamış, sizle de paylaşayım:

BASINA VE KAMUOYUNA
22 Temmuz günü yapılacak olan milletvekili seçimleri için yine kıyasıya bir yarış başladı. Bugüne kadar defalarca iktidar olmuş parti ve zihniyetler, İMF politikalarını uygularken kol kola girmiş, mevcut iktidar ülke varlıklarını sermayeye peşkeş çekerken izlemekle yetinmiş, katliamlara seyirci kalmış yargısız infazları açığa çıkarmak için kılını bile kıpırdatmamış lafın özü aynılar arasında bir kıyasıya yarış bu.
Bugüne kadar hükümet olmuş hangi parti vaatlerini yerine getirmiş ve parti programlarını harekete geçirebilmiştir? Başka bir değişle hangi hükümet uzun vadeli İMF politikalarını uygulamayacağını, imzalanmış uluslararası sözleşmeleri feshettiğini, yerli ve yabancı sermayeye satılan ülke kaynaklarını geri alacağını söyleyebilir? Bunları yapabilir değil bunları söyleyebilir? Hükümetler ancak program yaratıp uygulayabildiklerinde gerçekten iktidardırlar.
Demokrasinin yapıtaşları olarak gördüğümüz sendika, oda ve diğer demokratik kitle örgütlerinin görevi seçilecek 5 yıllık hükümetler demokrasisinden çok uzaktır. Ülke gerçeğinin farkında olarak, çözümün örgütlenme ve hak arama bilincinde araması gerekirken DİSK ve KESK gibi emek örgütleri CHP’ye oy verilmesi için işaret buyurmaktadırlar.
DİSK ; “ ABD emperyalizminin savaşçı politikalarını, IMF ve Dünya Bankası’nın, ulusal ve uluslararası sermayenin istemleri doğrultusunda ekonomi politikaları, Türkiye’de uygulayan sermaye partilerine oy verilmemesi,
Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar gözetilerek, Cumhuriyet’in temel ilkeleri temelinde seçime birlikte giren CHP-DSP işbirliğinin işçi ve emekçi halkın kimi ekonomik, demokratik ve siyasi taleplerine programında yer vermesi de dikkate alınarak desteklenmesi” hakkında aldığı Yönetim Kurulu kararını açıklamıştır.
Biz Çağdaş Hukukçular tabi ki ABD emperyalizminin savaşçı politikalarını, IMF ve Dünya Bankası’nın, ulusal ve uluslararası sermayenin istemleri doğrultusunda ekonomi politikaları, Türkiye’de uygulayan sermaye partilerine oy verilmemesi cümlesinin altına imza koyarız. Ancak iki yargıdan birinin doğru olması diğerini doğrulamaz.

Açıklama yapan bu emek örgütlerine şunu da sorma gereği duyarız.
IRAK SAVAŞI KİMİN SAVAŞIDIR. ? ABD Emperyalizminin savaşçı politikalarının ta kendisi değil midir ? Bu savaşa katılmak için tam destek verenler kimlerdir?

DİSK İşçi ve emekçileri CHP ye oy vermeye çağırırken “CHP-DSP işbirliğinin işçi ve emekçi halkın kimi ekonomik, demokratik ve siyasi taleplerine programında yer vermesini” gerekçe olarak göstermiştir.


Bu gün sermaye emekçilerden nasıl oy isteyecektir ? İktidara gelirsek var olan tüm haklarınızı gasp edeceğiz. Temel hak ve özgürlüklerinizi elinizden alacağız, Birlik mücadele ve dayanışma gününüz olan 1 Mayısta alanlarda sizleri gaz bombaları ile karşılayacağız, en doğal ve meşru taleplerle toplanma hakkınızı kullandığınızda sizi terörist ilan edip F tipi cezaevlerine koyacağız, hazırladığımız baskı yasaları ile canınıza okuyacağız diyerek mi? Tabi ki hayır.

Eğer yalnızca programlarına bakarak oy vereceksek İşçilere “EZİLENLERİN İKTİDARINI KURACAĞIM” diyen GENÇ PARTİYE oy vermelerini mi söylemeliyiz. Örneğin bunu söyleyenlerin kendi işçilerine neler yaptığına bakmayacak mıyız? Yoksa bu parti dâhil olmak üzere sermayeden yana tüm partileri teşhir edip işçilerin gerçek kurtuluş yolu mu anlatılmalı. Sendikaların hele hele adı “Devrimci” işçi sendikaları olan bir konfederasyonun işçiyi aydınlatma ve bu tarz oyunlara gelmesini engellemek gibi bir görevi yok mudur?

Evet oy vermek için zihniyeti on yıllardır iktidar olan bir partiyi işaret ediyorsunuz.Bu işin siyasal sorumluluğunu taşıyabilecek misiniz.?

Aynası iştir partinin lafa bakılmaz. Bizde bu partilerin aynasına bakalım neler yapmış neler yapmamışlar. Özce kimden yana partilermiş.
Siz emekçi halkımıza siyasal tercihlerini kullanırken ,
Özelleştirmelerde, işten çıkarılmalarda,
Ülke kaynaklarının yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinde
Asgari ücretin belirlenmesinde ve vergi dışı bırakılmamasında Sendikal hakların gasp edilmesinde
Maraş, Gazi, Çorum katliamında, Sivas yangınında, linç saldırılarında
Köylerimizin yakılıp boşaltılmasında
F- Tipi tecritte insanlar can verirken
Halka karşı BASKI YASALARI çıkarılırken
Ve özellikle Programına Ana dilde eğitimi aldığı için bir sendika kapatılırken
1 Mayıs’ta Taksim alanı işçi ve emekçilere yasaklanırken,
Bu partilerin ne yaptığını anlatmayacak mısınız?
Biz ne CHP’nin ne de diğer partilerin bizim gündemimiz olan konulardaki tutumunu UNUTMADIK , UNUTTURMAYACAĞIZ.
Hepimiz bu olayların tanığıyız.
Büyük idealleri göz ardı etmeyin, emekçilere gerçekleri söyleyin
Bu gerekçelerle bir kez daha hatırlatma gereği duymaktayız. İşçi ve Emekçilerden yana politik anlayışınız bu ise bulunduğunuz yeri bir kez daha gözden geçirmeniz gerekecektir.
Bulunduğunuz yerin Varlık nedenini unutmayın. 09.07.2007

Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi

Monday, July 2, 2007

bugün kara...

Bugün 2 Temmuz. Çok da oldu buraya yazmayalı. Sabah alarmı kurduğum halde telefonun şarjı bittiği için uyanamadım. Hrant Dink'in katillerinin duruşması vardı. Daha önce de utanmıştım niye orada değildim diye yine utandım ama orada neler olduğunu öğrendim biraz. Çok sayıda insan varmış hala mevzu unutulmamış hala sıcak. Bugün Madımak otelinin yakılmasının da 14. yıldönümü. İnsanların biraraya toplandığı bir mekanı ve içindeki tüm aydın denilen ve bir grupça nefret edilen insanları yakmak.. nasıl bir ruh haliyle yapılabilir düşünmek gerek. Mevzuyu aktarak gerekirse kısaca:

"Sivas Madımak Olayı veya Sivas Katliamı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 35 yazar, ozan ve aydının yakılarak katledilmesi ve oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zinciridir.

Pir Sultan Abdal Şenlikleri kapsamında etkinliklerin bir bölümünün de Pir Sultan Abdal’ın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pekçok aydının yanı sıra Aziz Nesin ve Ozan Türkyılmaz bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.

2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezi’ne ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden, zor kullanılarak önlendi.

Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan saldırgan grup, Kültür Merkezi’nden yeniden Hükümet Meydanı’na geldi. Hükümet Konağı’nı taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli'ne sıçrayan yangın sonunda otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin,Ozan Türkyılmaz'ın bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya giren polisler kurtardı. Yaralılar, polis arabalarıyla Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.

Olaylar sonucunda 33 konuk, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Gene olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen ”2 günlük sokağa çıkma yasağı” ile birlikte, güvenlik güçleri şehirde tam bir hakimiyet sağlayabildi."(wikipedia)

Saygıyla anmak lazım içerde hayatını kaybeden insanları ve unutmamak lazım bu ülkede böyle şeyler oluyor. Kim olursa olsun fikirleri yüzünden yakılamaz, kim olursa olsun fikirleri yüzünden kurşunlara hedef olamaz. ,
* Hrant Dink- 53 yaşında, gazeteci
* Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
* Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
* Gülender Aka - 25 yaşında
* Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar
* Ahmet Alan - 22 yaşında
* Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci
* Sehergül Ateş - 30 yaşında
* Behçet Aysan - 44 yaşında, şair
* Erdal Ayrancı - 35 yaşında
* Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
* Belkıs Çakır- 18 yaşında
* Serpil Canik - 19 yaşında
* Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
* Nesimi Çimen - 67 yaşında, şair, sanatçı üç telli curanın son ustası
* Carina Cuanna - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
* Serkan Doğan - 19 yaşında
* Hasret Gültekin - 22 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi
* Ozan Türkyılmaz -20 yaşında,araştırmacı tarihci ve düşünür (Hasret Gültekin'in öğrencisi)
* Murat Güneş Murat Gündüz - 22 yaşında
* Gülsüm Karababa - yaşında
* Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
* Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
* Koray Kaya - 12 yaşında
* Menekşe Kaya - 17 yaşında
* Handan Metin - 20 yaşında
* Sait Metin - 23 yaşında
* Huriye Özkan - 22 yaşında
* Yeşim Özkan - 20 yaşında
* Ahmet Öztürk - 21 yaşında
* Ahmet Özyurt - 21 yaşında
* Nurcan Şahin - 18 yaşında
* Özlem Şahin - 17 yaşında
* Asuman Sivri - 16 yaşında
* Yasemin Sivri - 19 yaşında
* Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
* İnci Türk - 22 yaşında
* Kenan Yılmaz - 21 yaşında
(kaynak: wikipedia)

bir de buraya bakın...http://www.hrantdinkcinayeti.net/

Ben sosyal haklar eğitiminden yeni döndüm. Çok güzel bir eğitimdi.Yeniden sahada olmak, yeniden başka başka yerlerden haberler almak yerele dair.Herşey o kadar acil ki sorunlar o kadar kökleşmiş ki insan aklı çalışsa ve yaratıcı olsa ama o kadar iç karartıcı ki tablo. Bir bok olmaz deyip enseyi karartıyorsun ki bu da seni /beni pelte kıvamında mutsuz işe yaramaz/ işe yaramayacağını düşünen BİREYLER yapıyor. BİREY demek istiyorum çünkü hepimiz biriz (sayı olan bir -1-) ve toplanınca birşey demek oluyoruz talep ederken. Yoksa kimse kendisinden feragat etmek zorunda değil, kendi değer yargılarımız, kendi hobilerimiz, kendi çıkarlarımızın, kendi hayatlarımızın olmasına engel değil topluca hareket etmek bence. Eğer umutsuz bireyler olursak değer yargılarımızın imkansızlığıyla başbaşa kalır ya kendimizi satarız ya değer yargılarımızdan vazgeçeriz ya da durur düşünür olabileceğin en iyisini yapmaya çalışırız. EVET UMUTSUZUM VE UMUTLU OLMAK İSTİYORUM. ( işe yarar belki , belki çatlaklar açar yandaşlarım.Belki benim bir katkım olur onlara, yandaşlarıma.)MİNİMUM ORTAKLIKLARDA BULUŞSAK NASIL OLUR Kİ???

00.12

Thursday, June 21, 2007

bi de bi de...

Bir de gerçekten birşeyler için uğraşıp umut dolmayı seviyorum...

1.54 A.M.

Monday, June 18, 2007

kısacık...

çok seviyorum vapurda giderken akşam kızıllığını seyretmeyi...

Sunday, June 17, 2007

23 Haziranda Boğaziçi'nde!!

Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu (SPF) ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü (BUSOS) sunar,

Sosyal Politika ve Sivil Toplum Kuruluşları Sempozyumu

23 Haziran 2007, Boğaziçi Üniversitesi
İbrahim Bodur Oditoryumu, Natuk Birkan Binası, Güney Kampüs

Neden böyle bir sempozyum gerekli?

Sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını gerçekleştirdikleri eğitim, sağlık, afete müdahale ve bölgesel kalkınma gibi alanlar, aynı zamanda vatandaşların devletten talep ettikleri sosyal hak alanları. Sivil toplum kuruluşlarının sosyal devletin yükümlülüğünde tahayyül edilen ve vatandaşlık hakları çerçevesinde talep edilen sosyal politika alanındaki rolleri, neo-liberal dönemde devletin dönüşmeye başlamasıyla iyiden iyiye önem ve hız kazandı. Vatandaşlık haklarıyla düzenlenmiş ya da düzenlenmesi mümkün olan sosyal politika alanı göz önüne alındığında, sivil toplum kuruluşları açısından; devlet yerine var olmak, devletten hak talebinde bulunmak veya devleti tamamlamak seçenekleri gündeme geliyor.

Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü, bu noktada neler yapılabileceğini birlikte konuşmak ve tartışmak için sivil toplum kuruluşu temsilcilerini, gönüllülerini ve sosyal politikanın tüm paydaşlarını bu sempozyuma davet ediyor.

1.Oturum Sosyal Hak Perspektifi
10:00-11:00

Volkan Yılmaz
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü
Sempozyum koordinasyon ekibi adına açış konuşması yapacaktır.

Prof. Dr. Ayşe Buğra
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu
Buğra, sosyal politikanın ortaya çıkışı, hangi alanları kapsadığı ve sosyal haklar perspektifinin neler getirdiği üzerine genel bir perspektif sunacaktır.

Yard. Doç. Dr. Serra Müderrisoğlu
Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü
Müderrisoğlu, konuşmasını birey ve toplum ikilemi üzerinden kurarak, nasıl bir sosyal korunma ağı kurulabileceğini tartışmaya açacaktır.

Kahve Arası
11:00-11:30


2.Oturum Neo-liberalizm, Gönüllülük ve Sivil Toplum Kuruluşları
11:30-12:30

Oturum başkanı:
Burcu Yakut Çakar
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu

Yasemin İpek Can
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Can, Türkiye’de sivil toplumu yeniden düşünmek: Neo-liberal dönüşümler ve gönüllülük başlıklı bir konuşma yapacaktır.

Laden Yurttagüler
İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi
Yurttagüler, konuşmasında politik katılım üzerinden gönüllülük kavramını tartışmaya açacaktır.

Aziz Çelik
Kristal-iş/BirGün Gazetesi
Çelik, sendika deneyiminden yola çıkarak, Emeğin Avrupa’sının olanaklılığı üzerine bir konuşma yapacaktır.

Öğle Yemeği
12:30-13:30

3.Oturum Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları ve Sosyal Haklar
13:30-15:15

Oturum başkanı:
Kudret Çobanlı
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Hizmet Kulübü

Prof. Dr. E. Fuat Keyman
Koç Üniversitesi
Keyman, konuşmasında TÜSEV Türkiye’de Sivil Toplum Araştırması’nı sunacaktır.

Emel Kurma
Helsinki Yurttaşlar Derneği-İnsan Hakları Ortak Platformu
Kurma, sosyal hak savunuculuğu ve sivil toplum kuruluşlarının bu alanda üstlenebileceği rol üzerine bir konuşma yapacaktır.



Kahve Arası
15:15-15:45





4. Oturum Forum: Sosyal Hak Perspektifiyle Sivil Toplumculuk Mümkün mü?
15:45-17:00

Kolaylaştırıcılar:
Laden Yurttagüler
İ. Bilgi Ünv. STK Eğitim ve Araştırma Birimi

Abdullah Karatay
Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği

Bu oturum bir forum şeklinde tasarlanmıştır. Forumda, sosyal politika alanında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve sempozyumun konuşmacılarının bir arada sosyal hak savunuculuğu ve sivil toplum kuruluşlarının rolü üzerinde fikir alışverişinde bulunmaları planlanmaktadır.

Not: Sempozyuma katılım için önceden kayıt alınmamaktadır.

İletişim için:

Kudret Çobanlı
kudret.cobanli@boun.edu.tr

F. Dilara Demir
dilara.demir@boun.edu.tr

Volkan Yılmaz
volkan.yilmaz@boun.edu.tr

Saturday, June 16, 2007

ben çoook eğlendim siz de eğlenin:)

GENÇ SİVİLLER ÖSS SORULARININ BİR KISMINI ELE GEÇİRDİ.İŞTE SORULAR

SÖZEL BÖLÜM

SORU 1. Türkiye’nin en büyük barajı aşağıdakilerden hangisidir?

a) Atatürk Barajı
b) Keban Barajı
c) Çubuk Barajı
d) Çankaya Barajı
e) %10 Seçim Barajı


SORU 2. Ülke yönetimine el koyan ve siyaseti askıya alan darbecilere hayranlık duyma, kendisini onların yanında huzurlu ve güvende hissetme duygusu Ankara Sendromu olarak literatüre girmiştir.

Ankara sendromu aşağıdakilerden hangisiyle büyük benzerlik taşır?

a) Panik-Atak
b) Manik depresif
c) Stockholm Sendromu
d) Agorafobia
e) Anarkofobia

SORU 3. “Türkiye’de hayat normalleşmeye, ekonomi iyiye gitmeye başladığında sağda solda bombalar patlar” önermesi, doğruluk bakımından aşağıdaki hangi önermeyle benzerlik göstermektedir.

a) Güneş doğudan doğar ve batıdan batar.
b) Çimen yeşildir.
c) Deniz suyu tuzludur.
d) Gök Mavidir
e) Hepsi


SORU 4. YÖK’ün denklik yönetmeliğine göre aşağıdaki hangi üniversitelerden mezun bir öğrenci YÖK’ten denklik alamayabilir?

a) Harvard Üniversitesi
b) Oxford Üniversitesi
c) Stanford Üniversitesi
d) Sorborne Üniversitesi
e) Hepsi




SORU 5. Şu cümledeki boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

“Ben de bir oy kullanıyorum, dağdaki çoban da. …….. cahil halkın oylarına bırakılamayacak kadar değerlidir.”

a) Koyun
b) Değnek
c) Koltuk
d) Saltanat
e) Demokrasi


SORU 5. Aşağıdakilerden hangisi, bir dil olmayıp Türkçenin dağ Türkleri tarafından konuşulan bir lehçesidir?

a) Malayca
b) Fince
c) Kürtçe
d) Sanskritçe
e) Hiçbiri

SORU 6. Aşağıdakilerden hangisi, demokrasiye aykırıdır?

a) C.B., Başbakan ve meclis başkanının üçünün birden eşlerinin başının kapalı olması
b) C.B.’nin emekli asker, başbakan ve meclis başkanının CHP’li olması
c) Cumhurbaşkanını halkın seçmesi
d) CHP’li Cumhurbaşkanının görev suresi bittikten sonra koltuğundan kalkmaması
e) Hepsi

SORU 7. Aşağıdakilerden hangisi, Cumhuriyeti yaşatacak olan kişilere örnektir?

a) Boğaziçi üniversitesinde peruğu ile okuyan ve iki dil bilen genç kız
b) Zeki Trikonun 2007 yaz kreasyonu olan kırmızı-beyaz bikinisiyle kendini Ege’nin serin sularına atan genç kız
c) Iğdır’da davar güden çoban
d) 15 ülkeye ihracat yapan, kısa boylu, göbekli, kıllı iş adamı
e) Hepsi

SORU 8. Aşağıdakilerden hangisi, bizi muasır medeniyet seviyesine çıkarır?

a) Klasik müzik dinlemek
b) Cumhuriyet mitinglerinde bayrak sallamak
c) Bale yapmak
d) Darbe ve muhtıralara karşı çıkmak
e) Türkiye laiktir laik kalacak sloganı



SORU 9. “Türküz cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi” mısrasının anlamı nedir?

a) Türklerin göğsü tunçtan yapılmıştır
b) Bütün Türklere cumhuriyetin ilk 10 yılında tunç göğüs nakli yapılmıştır
c) Türkler savaşlarda göğüs göğse çarpıştıkları için göğüsleri tunçlaşmıştır
d) Kurtuluş savası tunç siperlerle kazanılmıştır
e) Bu cümlenin Türkçe’de bir manası yoktur

SORU 10. Laiklik nedir?

a) Adam olmaktır.
b) Devlet yönetiminde dini referans almamaktır
c) Tek bir inancın light bir şekilde yaşanmasını amaçlayıp, diğerlerini yok saymaktır
d) Kamusal alanlara başörtülü kadın sokmamaktır
e) Eşi başörtülü birinin elini sıkarken yüzünü buruşturmaktır


SORU 11. Cumhurbaşkanı Sezer’in “Laiklik adam olmaktır” sözü aşağıdaki ideolojilerin hangisiyle çelişmez?

a) Feminizm
b) Laiklik
c) Demokrasi
d) Maçoluk
e) Liberalizm

SORU 12. Süleyman Demirel, kendisini ziyaret edip Cumhurbaşkanlığı teklif eden Baykal’a “kafam Zenith saat gibi çalışıyor” demiştir. Türk Siyaset kültürü içinde bu ifade ne anlama gelmektedir?

a) Demirel, Rus saat üreticileri tarafından yapılmış bir robottur.
b) Demirel, Zenith saatleri distribütörlüğünü almıştır.
c) Serkisof’u sadece demiryolcuların taktığını sanmaktadır.
d) Demirel, dijital saatlere karşıdır.
e) Demirel’in doymak bilmeyen bir iktidar arzusu vardır.

SORU 13. Aşağıda bulunan askeri rütbe sıralamalarından küçükten büyüğe doğru sıralanmış olan hangisidir?

a) Teğmen < Oramiral < Onbaşı < Yüzbaşı
b) Binbaşı < Çavuş < Orgeneral < Emekli Paşa
c) Yarbay < Üsteğmen < Koramiral < Emekli Paşa
d) Albay < Korgeneral < Orgeneral < Strateji Uzmanı
e) Hepsi




SORU 14. “Kalkın ey ehl-i vatan dediler kalktık
Bir de baktık oturmuşlar, ayakta kaldık”

Mısralarında ayakta kalan ‘Halk’ olduğuna göre oturanlar kimlerdir?

a) Sigortacılar
b) Çocuklar
c) Bilecikliler
d) Fındık üreticileri
e) Kitlesel refleks göstermemizi isteyenler

SORU 15. Aşağıdaki cümlelerin hangisinde, bitişik yazılması gereken “–de, -da” ayrı yazılmıştır?

a) Doğu Perinçek’in de “ulusalcı” olduğunu gördüm ya, ölsem gam yemem.
b) Cumhuriyet Mitinglerin de seni niçin göremedik?
c) TÜSİAD da, YÖK de Cumhurbaşkanını yeni meclisin seçmesini istedi
d) Demirel “sağda da, solda da birlik” istedi
e) Hiçbiri

PARAGRAF SORULARI

Soru 16.

Ermeni kimliğinin 'Türk'ten kurtuluş yolu gayet basittir. 'Türk'le uğraşmamak. Ermeni kimliğinin yeni cümlelerini arayacağı alan ise artık hazırdır. Gayrı Ermenistan'la uğraşmak. Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur. Yeter ki bu mevcudiyetin farkında olunsun. Bu farkındalığın asıl sorumlusu ise diasporaya yayılmış Ermenilerden ziyade Ermenistan yönetimleridir. Ermenistan hükümetlerinin sorumluluklarının bilincinde olmaları ve gereğini yerine getirmeleri aslolandır.

Yukarıdaki sözlerinden dolayı yazar Türklüğe hakaretten mahkum edilmiştir. Bu sözleri Türklüğe hakaret olarak yorumlayanlar hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?

a) Türk olmadıkları için Türkçeleri zayıftır.
b) Kanları zehirlidir.
c) Ermeni Milliyetçisidirler.
d) Önce mahkûmiyete daha sonra yazının incelenmesine karar vermişlerdir.
e) Hepsi

Aşağıdaki soruları paragrafa göre cevaplayınız.
“1. Sayın Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar BÜYÜKANIT, 12 Nisan 2007 tarihinde yapmış olduğu basın toplantısında, terörün Mayıs 2007 tarihinden itibaren tırmanacağını, kamuoyuna açık bir şekilde açıklamıştır. Son günlerde ortaya çıkan terör olayları, bu açıklamaların gerçekçi olduğunu göstermiştir.
2. Bu terör eylemleri, aynı zamanda bölücü ve ırkçı terör örgütünün gerçek niyetini de çok açık bir şekilde ortaya koymuştur.
3. Her fırsatta, yurt içinde ve yurt dışında barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini, terör örgütüne paravan olarak kullanan kişi ve kuruluşların, bu olayların gerçek yüzlerini görme zamanı artık gelmiştir.
4. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağ dışı bir yapı olduğunu düşünen bir yaklaşım ile karşı karşıyadır. Ulusumuzun bu tehlikeli yaklaşımı fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır.
5. Ortaya çıkan ve giderek artan terör eylemleri, bu tür düşüncelerin ve bunları dolaylı veya doğrudan destekleyenlerin çarpık düşüncelerinin çok açık bir göstergesi olduğu şüphesizdir.
6. Türk Silahlı Kuvvetleri, terörle mücadele konusunda sarsılmaz bir kararlılığa sahiptir ve bu tür saldırılara gereken cevabı vereceği tartışılmaz bir gerçektir.
7. Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.”

SORU 17. “söz zincirinde en yakın olanı gösteren bir söz” olarak tanımlanan “bu” sıfatı, 5. maddede yanlış kullanılmıştır. Cümledeki kullanım yanlışının düzeltilmesi için“bu tür düşüncelerin” ifadesi yerine aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

a) bu türlü düşüncelerin
b) 4. maddede dile getirilen düşüncelerin
c) Bir tür düşüncelerin
d) Bu tür fikirlerin
e) Hiçbiri

SORU 18. Aşağıdakilerden hangisi metinden çıkarılabilecek yazara ait görüşlerdendir?

a) Yüce Türk Milleti terör olaylarına karşı yeterince ilgili değildir. Bu konuda uyarılması gerekir.
b) Toplumun refleksleri zayıftır.
c) Yüce Türk Milleti kendisi için iyiyi kötüyü ayırt edemez.
d) Barış, özgürlük ve demokrasi kavramları terörü beslemektedir.
e) Hepsi

SORU 19. Yazar metinde” açık bir şekilde açıklamak” “açık” , “gerçek”, “gerçekçi” kelimelerini sıklıkla kullanmıştır. Yazarın bu davranışından hangi sonucu çıkarabiliriz?

a) Yazarın yazdığı metindeki görüşleriyle ilgili tereddütleri vardır.
b) Yazar, “açık” ve “gerçek” kelimelerini çok sevmektedir.
c) Yazar, lise eğitimi sırasında kompozisyon becerileri derslerini asmıştır.
d) Yazar bu metni mesai saatinden sonra yazmıştır.
e) Yazar bu metni yazarken evde elektrikler kesmiştir.


SORU 20. Dıştan gelen bir uyarım sonucu doğan hareket, salgı gibi iç tepkilere yol açan irade dışı sinir etkinliğine refleks denir.
Yukarıdaki yazıda yer alan refleks, toplumsal olarak gösterilmesi durumunda aşağıdakilerden hangisi gerçekleşebilir?

a) Linç girişimi
b) Yağma
c) Anarşi
d) Başkaldırı
e) Hepsi
Aşağıdaki soruları paragrafa göre cevaplayınız.
22 nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa'da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
SORU 21. Paragraf aşağıdakilerden hangisinden alınmış olamaz?
a) Çocuğum Büyüyor- Anneler İçin Bir Anneden Tavsiyeler- İclal Aydın
b) Annenin El Kitabı- Benjamin Spock- (Çev: İhsan Doğramacı)
c) Şanlıurfa ili İlköğretim Öğrencileri Arası Laiklik ve Cumhuriyet konulu kompozisyon yarışması Mansiyon Ödüllü bir Kompozisyondan
d) Şanlıurfa İlköğretim Okulu 4. sınıf öğrencisi Merve Uygun’un Günlüğü
e) 27 Nisan Muhtırası
SORU 22. “Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur” cümlesi düşünüldüğünde Atatürk resimleri ve Türk bayraklarını indirenler kimlerdir?
a) Geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetlerini açıkça ortaya koymak isteyenler
b) Menemen’de Kubilay’ı Şehit Eden Mürteciler
c) Türk Sinemasındaki çirkin sakallı cüppeli İmam rollerini Oynayan Figuranlar
d) MOSSAD CIA ajanları ve tüm diğer dış mihraklar
e) Pontus-Ermeni Asıllı Dönmeler
Aşağıdaki soruları paragrafa göre cevaplayınız.(Paragraftaki anlatım bozukluklarını dikkate almayınız.)
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
SORU 23. Paragrafa göre yazarın tanımladığı bu geniş yelpazeye neler girebilir?
a) Seçimlerde yazarın beğendiği parti dışındakilere oy vermek
b) Yazarın beğenmediği fikirleri savunan, beğendiği fikrileri sorgulayanlar
c) Devletimizin bağımsızlığını temsil etmeyen bayramlara alternatif kutlamalar tertip edenler
d) 19 Mayıs haftasını Mutlu Doğum Haftası ilan eden Kadıköy Belediyesi
e) Yazarın girmesini istediği her şey ve herkes
SORU 24. Yazarın ‘bitmez ve tükenmez bir çaba içinde’ olduklarını söylediği bir kısım çevrelere karşı duygularını aşağıdaki ifadelerden hangisi en iyi şekilde karşılamaktadır.
a) Çok takdir ediyorum bu bitmez tükenmez çabanızı
b) Vallahi kıskanıyorum bizimkilerde yok bu azim
c) Yeter artık, biz bittik usandık, siz usanmadınız
d) Türkiye laiktir laik kalacak
e) Allah belanızı versin, kökünüzü kurutacağız.
SORU 25. “Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir.”
Yukarıdaki cümleye göre başka bir şeye dönüşen nedir?
a) Siyasi bir söylem ve ideoloji
b) Üzerine yüklenilen kutsal bir inanç
c) Ülkemizde ve ülke dışında görülebilen bir gök cismi
d) ÖSS Türkçe soruları
e) Türkçe
SORU 26. “Son olarak, tekrar belirteyim; kimse kusura bakmasın, başörtülü kadınların okula gitmelerini ve mesleklerini icra etmelerini yasaklayan kararlar, direnişler karşısında 'gerilim yaratmama' siyasetini güdüp, ses çıkarmamakta sakınca görmedikten sonra, Çankaya'ya çıkamadığı için gerilim yaratmaktan kaçınmayanların yanında yer almanın demokratlık gereği olduğunu düşünmüyorum. Kim ne gerilim çıkarırsa çıkarsın, kuşkusuz askeri müdahaleye karşı olduğumun altını çizmeme gerek olmamalıydı, ancak okuduğunu anlamayanların bol olduğu bir ortamda bu gereksiz vurguyu yapmak zorunda hissediyorum.”
Yukarıdaki paragrafın yazarı hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?
a) Yazar daha önce darbeye destek gibi görünecek yazılar yazmış, pişman olmuş, günah çıkarmaktadır.
b) Yazar siyasi tartışmayı kişiselleştirmiş, kendi kişisel kavgalarını siyasi tartışmaya eklemleyerek karmaşık bir söylem yakalamıştır.
c) Yazar “tecavüzcü suçlu ama kızım sen de minik etek giymişsin, seni savunamam” tutumunu devam ettirmektedir.
d) Yazar tarihe muhtıraya dolaylı destek vermiş olarak geçmenin telaşı içindedir.
e) Sanki Hepsi
SORU 27. "Türk milleti yaşadığı toprakları ve milletini sever. Hiç kimse ama hiç kimse, vatanını ve milletini seven insanları yadırgamasın. Zira bu insanlar yanlış yoldadır"
Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt yukarıdaki sözlerine göre yanlış yolda olan kimlerdir?
a) Vatanını ve milletini seven insanlar
b) Türk Milleti
c) Kürt milleti
d) Türkçe dilbilgisi uzmanları
e) Bu tarz sorular sorarak halkı askerlikten soğutmaya çalışan ÖSYM yetkilileri
SORU 28. “Eski ile yeni arasındaki en önemli fark, laik kesim ile TSK arasındaki iletişimin, eksiye oranla çok daha sıkılaşması oldu. CHP bu yelpazenin siyasi kanadını oluşturuyor. YÖK üniversiteleri denetiminde tutuyor. Adalet bürokrasisi, savcı ve yargıçlarıyla, pratik önlemleri sürdürüyor. Laik sivil toplum örgütleri kitleleri hareketlendiriyor. Laik medya da iletişimi sağlıyor. TSK, kimi zaman orkestra şefi gibi oluyor, kimi zaman bu kesimden gelen talep ve baskılara yanıt veriyor. 27/4 Açıklaması bu yönden incelenir, öncesi ve sonrasındaki gelişmeler değerlendirilirse, TSK'nın nasıl bir değişim içinde olduğu daha net görülebilir. Son örneğini 27/4 açıklamasının ardından görmedik mi? Washington "taraf tutmayız" derken, Avrupa Birliği'ne üye ülkeler başkentlerinden tek ses çıkmadı. Sadece AB Komisyonu, açıklamaya ters tepki verdi. O da, bunun Kopenhag Kriterleri'ne aykırı olduğunu söylemekle yetindi. Daha ileri gitmedi. 27/4 olayı bir açıklama ile sınırlı kalırsa, AB'den fazla ses çıkmayacağı izlemini doğdu”
Bu paragrafın yazarı hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Bir önceki darbede TSK tarafından hakkında sahte andıç belgesi yapılarak işinden olmuştur.
b) Ankara Sendromuna kapılmış, darbecisine aşık olmuştur
c) Yıllarca AB ve demokrasi konulu programlar yapan biridir
d) Yazar AB’yi Arap Birliği zannetmektedir.
e) Yazar yazamamaktadır.
SORU 28.5. “Bir ... Genelkurmay'ın açıklamasıyla mitinglerin daha da coşmuş olması bu mitingleri otomatik olarak militarist yapmaz. Bu coşkunluk şunu gösterir: Halkımızın darbe sonrası sokak korkusunu ancak "meşru mecralardan" gelen mesajlar alt edebiliyor. O mecranın tek meşru kabul edilmesi apayrı bir problem. Ben hâlâ mitinglerin bize bir şey söylediğini düşünüyorum.”
Savlarını bu temel üzerine kuran yazar hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?
a) Katıldığı mitinglerde başına güneş geçmiştir.
b) O daha çok toydur, doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edememektedir.
c) Merkez medyada kadrolu solcu olarak görev yapmaktadır.
d) Mitinglerden sesler duymaktadır, mitinglerin sadece onunla konuştuğunu iddia etmektedir.
e) Hepsi de mantıklı.
SORU 29. Bir muhtıradan sonra “Askerlerin ülkenin temel değerlerine askerin sahip çıkmasını yadırgamamak gerekir.” diyen bir anamuhalafet partisi yetkilisi hakkında aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Yazıklar Olsun
b) Komşusunun evinin yangınında yumurtasını pişiren
c) Demokrasi bir gün sana da lazım olur
d) Tek Parti Olsun Temiz Olsun
e) Rütbeli bir sivildir
SORU 30. “Ne şeriat ne darbe” veya “ne muhtıra ne AKP” diyenler, aslında aşağıdakilerden hangisini söylemiş oluyorlar?
a) Ne kurttan yanayız, ne de kuzudan.
b) Aslında darbeden şikayetçi değilim, ama bi kere “demokratız” da demişiz. N’apıcaz bilmem.
c) Bizim taban biraz militarist de, idare ediverin.
d) Haydi, ben bakmıyorum. Sen rahat rahat işini bitir. Sırtına da vur.
e) Yukarıdakilerin hepsi.
SORU 31. Darbe ve muhtıraları nasıl engelleyebiliriz?
a) Eğitimle. Halkı eğiterek, aslında ara rejimlerin pek de fena bir şey olmadığına onları ikna ederiz, engellemeye gerek kalmaz.
b) Özürlü demokrasimizi hepten tatil eder kurtuluruz. Demokrasi olmazsa darbe ve muhtıra da olmaz; olsa da o kadar acıtmaz.
c) Bütün vatandaşları askere alarak. Böylece ortada, kendilerine karşı darbe yapılacak sivil kalmaz.
d) Tek Partili altın çağa geri dönüp, devletin işletme ve kullanım hakkını 150 yıllığına CHP’ye vererek.
e) Hiçbiri. Bu şıkların hepsi birbirinden beter!

SAYISAL BÖLÜM

SORU 32. Süleyman, Sabih ve Rahşan’ın yaşlarının toplamı 597’dir. Bu gruba İlhan’ın da katılmasıyla grubun yaşlarının toplamı Süleyman’ın yaşının 3 katından 23 fazladır. Buna göre İlhan’ın yaşı kaçtır?

a) 150
b) 13
c) 110
d) 32
e) 367

SORU 33. Denizin 3 mitingi, 6 oku ve 151 milletvekili vardır. Bu sayıları kullanarak Deniz’in ulaşacağı en irrasyonel sayı kaçtır?

a) 1
b) 0
c) 367
d) 276
e) 19081

SORU 34. Deniz’in altı oku var. Bunlardan üçünün ucunu kırıp, öteki üçünün ucuna takarsa ne olur?

A) Üç tane iki ucu oklu değneği olur
B) Elinde oku gitmiş üç tane sap kalır
C) İyi olur
D) Darbe olur
E) Hiçbiri
SORU 35. Aşağıdakilerden hangisi yer çekimsiz bir ortamda en düşük öz kütleye sahiptir?
a) 100 kg pamuk
b) 100 kg soğan
c) Çağlayan mitinginde metrekareye düşen 5 kişi
d) Yalçın Küçük
e) Veli Küçük
SORU 36. Cumhuriyet gazetesine göre Tandoğan ve Çağlayan meydanlarında 1 metrekareye 5 kişi düşmektedir. Aynı meydanlara yılda 500 metreküp yağmur yağdığına göre, burada kitlesel karşı koyma refleksi gösterecek emekli subaylar derneği üyelerinin başına bir günde kaç metreküp yağmur yağabilir?
a) Emekli de olsa Türk askerinin başına yağmur yağmaz
b) Dernek üyeleri üstü kapalı kürsü bölümündedirler
c) Çok yağmur yağar
d) Sırılsıklam olurlar
e) 5 metreküp
SORU 37. x ve y kesinlikle pozitif tamsayı değillerdir.
x=354 milletvekili
olduğu düşünülürse, demokratik bir hukuk devletinde x < y koşulunun sağlanabilmesi için y aşağıdaki değerlerden hangisini almalıdır?

A) 184 milletvekili
B) 1 e-muhtıra
C) 3 adet "şeriat ha geldi, geliyor." manşeti
D) 9 anayasa mahkemesi üyesi
E) Hepsi
SORU 38. Cumhurbaşkanı 126 gr. ağırlığındaki anayasa kitabını 135 cm uzaklıktan Başbakan’ın kafasına fırlatmış, dolar 4 kat yükselmiş enflasyon %98 olmuştur.
Buna karşılık olarak; Başbakan, 220 gr ağırlığındaki Yeni Başlayanlar İçin Demokrasi kitabını Cumhurbaşkanı’na fırlatsaydı durum ne olurdu?
a) Dolar 1/3 düşer, enflasyon %14 olur
b) Dolar değişmez, enflasyon %17,5 olur
c) Dolar ilk haline döner, enflasyon %9 olur.
d) Dolar ilk halinin de altına düşer, enflasyon %4 olur.
e) Dolar ½ düşer, enflasyon %20 olur
SORU 39. 27 Nisan günü 33 D boylamındaki Ankara’da saat 23.20 de batan demokrasi güneşi, 23 Temmuz Sabahı Türkiye’de kaçta doğar?

A) Tüm sandıklar açıldığında
B) Oy sayımı sonuçlandığında
C) Gece yarısına doğru
D) Çankaya Köşkü Işıkları erkenden kapandığında
E) Hepsi
SORU 40. Türkiye’de yapılan askeri darbe ve muhtıraların tarihleri arasındaki ilişki şöyledir.
27 – 12 – 12 – 28 – 27 - ?
Buna göre bir sonraki darbe ayın hangi günü olacaktır?
a) 28
b) 12
c) 27
d) Lüzum olduğunda
e) Hepsi
SORU 41. Bugüne kadar yapılan 5 askeri müdahale Mayıs – Mart – Eylül – Şubat – Nisan aylarında yapılmıştır. Aylar arasındaki ilişkiye göre bir sonraki müdahale hangi ayda gerçekleşecektir?

a) Ocak
b) Kasım
c) Ekim
d) Temmuz
e) Ağustos

SORU 42.

- Deniz'in demokrasi noktasında ki hızı saatte 40 km'dir. Tayyip'in darbe noktasında ki hızı saatte 50 km'dir.

- Deniz ile Tayyip aynı anda; Deniz darbe noktasına, Tayyip'te demokrasi noktasına hareket etmektedir.

- Hızlı olan Tayyip demokrasi noktasına geldikten 3 saat sonra, yavaş olan Deniz darbe noktasına varıyor.

Demokrasi noktasından darbe noktasına hareket eden Deniz; demokrasi - darbe arası mesafeyi kaç saatte alır.

a) 1982
b) 1997
c) 1971
d) 15
e) 2007

SORU 43.

12 Eylül darbesinde Kenan Evren 65 yaşındadır. 12 Eylül 1982'de darbe yapan Kenan Evren ile 28 Şubat 1997'de post-modern darbe olduğu zamanki Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel arasındaki yaş farkı 7’dir. AKp’ye karşı darbe girişiminde büyük rol oynayan Süleyman Demirel ile AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki yaş farkı 30 dur.

2007 yılında olduğumuz göz önünde bulundurularak, aşağıdakilerden hangisi doğrudur.

a) Kenan Evren 100 yaşındadır.
b) Süleyman Demirel 30 yaşında genç bir delikanlıdır.
c) 12 Eylül darbesinde Recep Tayyip Erdoğan 28 yaşındadır.
d) 28 Şubat 1997 de Kenan Evren ile Süleyman Demirel'in yaşları toplamı 152 dir.
e) 2007 yılında darbe olma ihtimali yoktur.

SORU 44. 27 Nisan e-muhtırasından sonra Türk Medyasında;

Gündüz AKTAN; 90 kglık darbe-demokrasi karışımında darbe konsantresi %100 dür.
Murat Yetkin; 60 kglık darbe-demokrasi karışımında demokrasi konsantresi %70 dir.
Perihan MAĞDEN; 50 kglık darbe-demokrasi karışımında darbe konsantresi % X tir.

Karışımın demokrasi oranı %46 olduğuna göre; aşağıdakilerden hangisi doğrudur.

a- ) Gündüz AKTAN demokrattır.
b- ) Murat Yetkin’in darbe konsantresi 55 kgdır.
c- ) Üç kişide demokrat değildir.
d- ) Perihan Mağden darbeyi desteklemektedir.
e- ) Perihan Mağden’in darbe konsantresi % 0, demokrasi konsantresi %100 dür

SORU 45. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için 367 milletvekilinin onun lehinde oy kullanmasına ihtiyaç vardır. DYP’den 2, ANAP’tan 13 ve CHP’den 1 tane demokrasi gönüllüsü milletvekili Abdullah Gül lehine oy kullanırsa AKP milletvekillerinin lehte oy kuullanmaları ile birlikte Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilecektir.

DYP, ANAP ve CHP den belirtilen sayıda milletvekilinin oy kullandığını kabul edersek AKP’nin TBMM’de kaç milletvekili vardır?

a) 366
b) 351
c) 278
d) 350
e) 359