Saturday, October 25, 2008
ultrasansur
Blogger yasaklanmis, anlamadim ki. Bu arada buraya yazmamin bir anlami var mi bilmiyorum da tabii. OHAAAA cekmek istiyorum en okkalisindan ulkeme.Ne istediniz elalemin hos bes ettigi "yav kendi gazetem kendi okurlarim var goruslerimi paylasiyorum hihih" zevkinden. Bir bok olmaz bizim ulkeden , vallahi de billahi de. Sinirim oynadi sabah sabah. Miniminnacik dusunce ve yazi ozgurlugunden rahatsiz oldugunu bu kadar mi genel belli eder bir yer yaaa. Utandim yemin ederim. Neyse sovmeyeyim daha fazla. neme lazim bulurlar.
Monday, October 6, 2008
haber yeni-
bayağı oldu yazmayalı. yine bir bilgilendirme entrysiyle karşınızdayım. Çarşamba sabahın köründe 8de Atatürk Havalimanından Londraya giden THY uçağında olacağım. Artık Allah kerim. Jean Monnet henüz parayı yatırmadı, sözleşmelerin hazırlanması uzamış vs vs vs. Hakikaten Allah kerim gidiyoruz ama bakalım. buradan herkese kendinizden beni haberdar etme sorumluluğunu yüklemek istiyorum. Facebookumdur, blog yorumumdur, skypedır ( muhtemelen bir ay sonra-laptopı bursum yatınca alabilecem de ) iletişmek hepimizin vicdan borcudur:) hatırlatılır saygıyla sevgiyle işleriniz güçleriniz olduğu bilinerek ama bana da şu iki dakkacığını ayırıver nolur yüzsüzlüğüyle.
öperim, severim, kaygılanırım. kendinize iyi bakın. yazıcam inşallah gözlem mözlem ne denk gelirse.
öperim, severim, kaygılanırım. kendinize iyi bakın. yazıcam inşallah gözlem mözlem ne denk gelirse.
Sunday, August 17, 2008
"Zihinsel yeteneksizliklerini ideolojik cemaatçilik sayesinde görmezden gelen, ama tam da bu sayede daha da görünür olan bir ortak düzeysizlik hali..." Bir zamandır bunu böylece düşünüyordum. İdeolojik cemaatçilik ve bunun gözleri bağlaması durumunu. Bunu bu haliyle bugün Etyen Mahçupyan Taraf'ta yazmış. Yüksek ihtimalle kafadan kendisne kızgın insanlar da vardır ama ad hominem attack yapmadan önce, yani kişinin kişiliğine yaptıklarına ettiklerine saldırarak fikrine bakmama durumunu bir kenara bırakıp düşünürsek, gittikçe sadece birbirini anlayıp birbirinden aldığı gazla geri kalan herkesi ve her duruşu 'yeterince' 'sol' olmamakla suçlama, en radikal en marjinal olmayanı iktidarın kucağında 'peydahlanmış' en az onun kadar kötü çocuk ilan etme (aç parantez: iktidar dediğimiz şey havada dolaşan bir toz bulutu, ne bileyim Tanrıvari bir varoluş biçimi midir nedir anlamakta zorluk çekiyor şu küçük beynim, zira her söylediğimiz, her yaptığımız kafadan iktidara çanak tutmak olabiliyor ve iktidarın sınırları da birileri tarafından belirlenmiş olsa gerek ki sürekli hizmet ettiğimi ya da etmediğimi söyleyen birileri var 'yeterince' solcu yeterince marjinal vs vs vs. kapa parantez)cemaatleşmenin her çeşidini biraz tehlikeli buluyorum, en azından o cemaatin sorgulanamaz hale gelmesi durumunu. yeterince fikir egzersizi yapmamızı engelleyen mutaassıp cemaat mefhumunu.(Gayet de Millin özgürlük üzerinesindeki gibi bir yerden sorgulanamazlık hali tehlikelidir.) Bu içselleştirilmiş otorite falan deniliyor ya, al sana içselleştirilmiş otorite. Etrafındakiler seni 'yeterince' birşey bulmuyorsa ki bu aslında lisede kabul görmeye çalışan ergen psikolojisiyle aynı psikoloji, sen de onların istediği yeterince olmaya çalışıyorsun bazı bazı. Aklı yok mu sayıyorum yok gerçekten saymıyorum. Bazen biz doğruyu çözdük artık araçsal akılla oraya varmak lazım diyenlere gıcık oluyorum sadece. Küm nasıl bulmuş en iyiyi en doğruyu, Platonik değil midir bu tek doğrucu söylem? Ben bilirim sen de uy tavrı.
Hee, şimdi bir de şu denilebilir şu an karşına hayali birini aldın eleştiriyorsun, senin dediğin tavırda birileri mi var ki, belden aşağı saldırıyorsun denilebilir. Üzgünüm ama hiç hayali birileri değil bu yazdıklarımı uygulayan kişiler, gayet etrafımda bulunan kişilerden ilhamlanarak yazıyorum. Bir eyleme zar zor kendi içsel otoritelerimin kırılmasını, aile ilişkilerimin ağır zedelenmesini ve bilumum riski göze alarak gelmişken, "Sen yeterince bağırmıyorsun, boşuna mı geldin buraya?" diyen 'arkadaşlarım' oldu benim. Bu daha iyi bağıranın popüler olduğu, daha çarpıcı daha marjinal olanın dikkat çekip prim yaptığı cemaatteyim işte bazen ben ve şaşalıyorum. Gerçekten adalet için mi, eşitlik için mi, demokrasi için mi, yoksa kendi egonu tatmin edip, aslında popüler olmak için mi, birşeyin bekçiliğini yaparken diğer herşeyi yok saymak, tabiri caizse at gözlüğü takmak bana nedense ideallerden çok kendini kaptırmakla ve oradan hiyerarşi kurmakla ilgili gibi geliyor. Çok mu ağır oldu? Bilmem. Bunlar biraz gözlem biraz hissiyat.
Belki de en kısa ve öz şöyle anlatabilirim demek istediğimi, yaptığımız, ettiğimiz şeylerin neyin ve kimleirn güçlenmesine hizmet ediyor? Gerçekten , pratikte kimin işine yarıyor? Tabii ki bunların kesin net cevapları yok. Derecelendirme farklılıkları var. Evet hem kendimi gerçekleştiriyorum, hem de adalet için mücadele ediyorum diyebilirsiniz. Haklısınızdır belki de, ama daha grup içinde öyle ya da böyle adı lider olmasa da liderlikle ilerleyen bir mekanizma işletiliyorsa, adalet, eşitlik, evrensellik yerine bizden olmayan gitsinci bir tavırla karşılaşmışsanız, o zaman hem kendimi gerçekleştiriyorum hem de adalet mücadelesi yapıyorum biraz sönük kalır bana göre. Köşe tutup buralar benim demek mi, hangi köşeyi nasıl tutalım hep beraber demek mi? En ufak tartışmada dışlayıp aşağılamak mı, katmak, uğraşmak, anlamaya çalışmak mı? Hatta yanlış bir duruşta olabileceğini aklında tutmak mı?
Bunlar çok tavırla ilgili, çok da söylemde yapılmadığı söylenilen şeyler ama hissediliyor ve rahatsız ediyor. Sol cemaatçilik beni yoruyor kısacası. Daha üzerine düşünmek gerek tabii, tartışmak gerek ama. tek bir cümleden nerelere geldim ama kusura kalmayın.
Hee, şimdi bir de şu denilebilir şu an karşına hayali birini aldın eleştiriyorsun, senin dediğin tavırda birileri mi var ki, belden aşağı saldırıyorsun denilebilir. Üzgünüm ama hiç hayali birileri değil bu yazdıklarımı uygulayan kişiler, gayet etrafımda bulunan kişilerden ilhamlanarak yazıyorum. Bir eyleme zar zor kendi içsel otoritelerimin kırılmasını, aile ilişkilerimin ağır zedelenmesini ve bilumum riski göze alarak gelmişken, "Sen yeterince bağırmıyorsun, boşuna mı geldin buraya?" diyen 'arkadaşlarım' oldu benim. Bu daha iyi bağıranın popüler olduğu, daha çarpıcı daha marjinal olanın dikkat çekip prim yaptığı cemaatteyim işte bazen ben ve şaşalıyorum. Gerçekten adalet için mi, eşitlik için mi, demokrasi için mi, yoksa kendi egonu tatmin edip, aslında popüler olmak için mi, birşeyin bekçiliğini yaparken diğer herşeyi yok saymak, tabiri caizse at gözlüğü takmak bana nedense ideallerden çok kendini kaptırmakla ve oradan hiyerarşi kurmakla ilgili gibi geliyor. Çok mu ağır oldu? Bilmem. Bunlar biraz gözlem biraz hissiyat.
Belki de en kısa ve öz şöyle anlatabilirim demek istediğimi, yaptığımız, ettiğimiz şeylerin neyin ve kimleirn güçlenmesine hizmet ediyor? Gerçekten , pratikte kimin işine yarıyor? Tabii ki bunların kesin net cevapları yok. Derecelendirme farklılıkları var. Evet hem kendimi gerçekleştiriyorum, hem de adalet için mücadele ediyorum diyebilirsiniz. Haklısınızdır belki de, ama daha grup içinde öyle ya da böyle adı lider olmasa da liderlikle ilerleyen bir mekanizma işletiliyorsa, adalet, eşitlik, evrensellik yerine bizden olmayan gitsinci bir tavırla karşılaşmışsanız, o zaman hem kendimi gerçekleştiriyorum hem de adalet mücadelesi yapıyorum biraz sönük kalır bana göre. Köşe tutup buralar benim demek mi, hangi köşeyi nasıl tutalım hep beraber demek mi? En ufak tartışmada dışlayıp aşağılamak mı, katmak, uğraşmak, anlamaya çalışmak mı? Hatta yanlış bir duruşta olabileceğini aklında tutmak mı?
Bunlar çok tavırla ilgili, çok da söylemde yapılmadığı söylenilen şeyler ama hissediliyor ve rahatsız ediyor. Sol cemaatçilik beni yoruyor kısacası. Daha üzerine düşünmek gerek tabii, tartışmak gerek ama. tek bir cümleden nerelere geldim ama kusura kalmayın.
Monday, August 11, 2008
tel sara kızım tel sara!
Büyümek mi bu, depresyon mu? ne istediğini bilmemek mi? kendini bilmemek mi? nedir? ne istiyorsun? ne bekliyorsun? herkesten ve hayattan? ve kendinden? hayat sıkıcı. dert-tasa edilecek birşey var mı? şükür edilecek? napılacak? tekrar soruyorum nedir yani? nasıl? nasıl tam hissedilecek? nasıl daha yarım, yok yok çeyrek kalınacak? nasıl birey olunacak? nasıl biz? nasıl ben? hangi ben? Atilla İlhan serisi gibi hangi sağ hangi sol hangi seks bile vardı, hangi ben şimdi soru?
kendi kendime içimi sıkmaya mı çalışıyorum, hiç sanmıyorum. İçim daralıyor kendimle baş başa kalıp daha da çok düşününce herşeyi, hayatımı, kendimi, hayatımdaki herkesi. ben nerede duruyorum? Hangi ben nerede duruyorum? nasıl yani? bu kadar düşünmemek mi lazım acaba? tel sara kızım tel sara...amaaan...
kendi kendime içimi sıkmaya mı çalışıyorum, hiç sanmıyorum. İçim daralıyor kendimle baş başa kalıp daha da çok düşününce herşeyi, hayatımı, kendimi, hayatımdaki herkesi. ben nerede duruyorum? Hangi ben nerede duruyorum? nasıl yani? bu kadar düşünmemek mi lazım acaba? tel sara kızım tel sara...amaaan...
Wednesday, August 6, 2008
hayatıma gömülüp gittim kendimden haber vermek hariç brişeycikler yazdığım yok. Bir dünyayı Türkiyeyi takip et yok, efendim bir insan doğası mıymış neymiş onla ilgili iki kelam etti felsefi felsefi , yok. Kendi derdine düş, bencilsin ya... kendin-merkezcisin ya... ya bir başımdan gider misin?
Şu an herkesin sık sık yaptığını tahmin ettiğim ama dile getirmenin tuhaf olduğu kendime kendimin başından gider misin? senden çok yoruluyorum mesajını veriyorum. ki bunu betimlemek bile yeterince saçma. Hatta saçmalıktan da öte tuhaf.
"Biz hepimiz hepimiz tuhafız biz" derken bu mesajı vermeye çalışmamıştık. Şu an ben tuhafım.
Dünyaya dönüp bakıyorum tabii, ormanlar yanıyor, hatta olympos bile çok üzülüyorum. bebekler ölüyor anlamsızca. Suçlu kim? hemşireler, doktorlar. yok yok sağlık bakanlığı, hayır buldum anayasa mahkemesi çünkü akpyi kapatmadı ve bunların hepsinin suçlusu akp. hayır daha iyi bir fikrim var amerika bunların suçlusu amerika. Hepsi , amerika bile durumla ilgili olabilir ama lütfen mevzuu can olunca daha başka çözüm-odaklı düşünelim ya. sinirden öldüm. 1 ayda 45 bebek ne demek? Suçlu hepsi bile olsa. Suçlamak yeterli değil. Acil birşeyler yapılması gerekmiyor mu? Sağlık bakanlığı denetim yapmış, eeee? ee yapsın biraz ahmet tabii de. Bundan sonrası için eğer sorun hastanenin enfeksiyon kaptıracak kadar pis plmasıysa bunla iligli ve bunun sürekli denetimiyle ilgili, eğer sorun çocukların prematüre olmasıyla da ilgiliyse bir yandan bunun için önlem alınması, eğer yoksullukla ilgiliyse bununla ilgili de birşeyler yapılması gerekmiyor mu? Bu sorun daha genel bir sorunun parçası gibi geliyor bana. Ama yani nereden geldi aklınıza, rejimin tehlikede olmasıyla bebek ölümü bağlantısı, anlamak zor. Neyse ya. Dile kolay 40küsur bebek. yazık ya. insanın içi acıyor çok da insani bir yerden. Politik bir yerden de eylemde devletin harekete geçmesi gerekiyor. çözüm bulmak amaçlı.
Ergenekon vs. AKP kapatma davası, nam-ı diğer filler tepişiyor hikayesi gündem değiştiği için geride kaldı da, hikay sinir bozucuydu benim için. Hımm filler tepişiyor olan yine sana bana hikayesi.
Filler tepişse dahi bir çete çökertiliyor ve bu demokrasiye yarar. hee demokrasi de zaten burjuva işiydi di mi pardon unutmuşum hukuk da öyleydi. yaaa bu adamların faşizan faşizan illegal örgütlenip yaptığı işleirn öyle ya da böyle aydınlanması birşey değil midir? niye derecelendirme yapamıyoruz bu gibi konularda. filler tepişsin yeterli açıklama ve görüş değil bu mevzuuda bence.
neyse dünyaya geri dönüşümü sinirime bakarak kutlayabiliriz:))
Şu an herkesin sık sık yaptığını tahmin ettiğim ama dile getirmenin tuhaf olduğu kendime kendimin başından gider misin? senden çok yoruluyorum mesajını veriyorum. ki bunu betimlemek bile yeterince saçma. Hatta saçmalıktan da öte tuhaf.
"Biz hepimiz hepimiz tuhafız biz" derken bu mesajı vermeye çalışmamıştık. Şu an ben tuhafım.
Dünyaya dönüp bakıyorum tabii, ormanlar yanıyor, hatta olympos bile çok üzülüyorum. bebekler ölüyor anlamsızca. Suçlu kim? hemşireler, doktorlar. yok yok sağlık bakanlığı, hayır buldum anayasa mahkemesi çünkü akpyi kapatmadı ve bunların hepsinin suçlusu akp. hayır daha iyi bir fikrim var amerika bunların suçlusu amerika. Hepsi , amerika bile durumla ilgili olabilir ama lütfen mevzuu can olunca daha başka çözüm-odaklı düşünelim ya. sinirden öldüm. 1 ayda 45 bebek ne demek? Suçlu hepsi bile olsa. Suçlamak yeterli değil. Acil birşeyler yapılması gerekmiyor mu? Sağlık bakanlığı denetim yapmış, eeee? ee yapsın biraz ahmet tabii de. Bundan sonrası için eğer sorun hastanenin enfeksiyon kaptıracak kadar pis plmasıysa bunla iligli ve bunun sürekli denetimiyle ilgili, eğer sorun çocukların prematüre olmasıyla da ilgiliyse bir yandan bunun için önlem alınması, eğer yoksullukla ilgiliyse bununla ilgili de birşeyler yapılması gerekmiyor mu? Bu sorun daha genel bir sorunun parçası gibi geliyor bana. Ama yani nereden geldi aklınıza, rejimin tehlikede olmasıyla bebek ölümü bağlantısı, anlamak zor. Neyse ya. Dile kolay 40küsur bebek. yazık ya. insanın içi acıyor çok da insani bir yerden. Politik bir yerden de eylemde devletin harekete geçmesi gerekiyor. çözüm bulmak amaçlı.
Ergenekon vs. AKP kapatma davası, nam-ı diğer filler tepişiyor hikayesi gündem değiştiği için geride kaldı da, hikay sinir bozucuydu benim için. Hımm filler tepişiyor olan yine sana bana hikayesi.
Filler tepişse dahi bir çete çökertiliyor ve bu demokrasiye yarar. hee demokrasi de zaten burjuva işiydi di mi pardon unutmuşum hukuk da öyleydi. yaaa bu adamların faşizan faşizan illegal örgütlenip yaptığı işleirn öyle ya da böyle aydınlanması birşey değil midir? niye derecelendirme yapamıyoruz bu gibi konularda. filler tepişsin yeterli açıklama ve görüş değil bu mevzuuda bence.
neyse dünyaya geri dönüşümü sinirime bakarak kutlayabiliriz:))
Tuesday, August 5, 2008
çölde kutup ayısı -JM
Sevgili blog sakinleri,
Sanırım bir açıklama daha yapmam gerekiyor. Bursumu verecek kurum seçtiğim programlarda yeterince AB dersi olmadığını düşündüğünden son anda reddetti ve bana yeni programlar önerdi. Şimdiye kadar böyle birşey yaptıklarını duymamakla beraber kendi ofislerindeki insanlar dahil herkes son evrenin prosedür olduğunu söylemişti demek değilmiş. Tekrar gerekçelendirme yapıp ikna etmeye çalışıyorum ama sanmıyorum ikna olacaklarını.
Jean Monnet burs programına gıcık olduuğumu burdan cümle aleme duyurmak isterim. Bu kadar uğraştırdıktan sonra AB dersi az, efendim bu çok genel bir program daha spesifik çalışın falan demelerine anlam vermekte zorlanıyorum. Gelişmeleri an be an aktaracağım.
Sanırım bir açıklama daha yapmam gerekiyor. Bursumu verecek kurum seçtiğim programlarda yeterince AB dersi olmadığını düşündüğünden son anda reddetti ve bana yeni programlar önerdi. Şimdiye kadar böyle birşey yaptıklarını duymamakla beraber kendi ofislerindeki insanlar dahil herkes son evrenin prosedür olduğunu söylemişti demek değilmiş. Tekrar gerekçelendirme yapıp ikna etmeye çalışıyorum ama sanmıyorum ikna olacaklarını.
Jean Monnet burs programına gıcık olduuğumu burdan cümle aleme duyurmak isterim. Bu kadar uğraştırdıktan sonra AB dersi az, efendim bu çok genel bir program daha spesifik çalışın falan demelerine anlam vermekte zorlanıyorum. Gelişmeleri an be an aktaracağım.
Tuesday, July 29, 2008
bir duyuru daha...
Sevgili blog sakinleri,
Kararsız dümbeleklikten kararlı ama duygusal olarak karışık halime terfi ettim. hepimize hayırlı uğurlu olsun. Duymayanlar varsa Yükseklisansımı 1 seneliğine Londrada LSE de Global Politics isimli bölümde yapacağım.Jean Monnet isimli güzide kurum destek oldu sağolsun. Duyurulur. zordu ama sonunda karar verdim de hayırlısı! Londrada bunalımdan/yalnızlıktan ölmemek için yazılarıma comment yazmanız gerektiğini şimdiden bildirmek istiyorum:) Hakikaten hayırlısı bakalım yaşayıp göreceğiz.None haberleri burdan alıyorsun al bakalım:P
Kararsız dümbeleklikten kararlı ama duygusal olarak karışık halime terfi ettim. hepimize hayırlı uğurlu olsun. Duymayanlar varsa Yükseklisansımı 1 seneliğine Londrada LSE de Global Politics isimli bölümde yapacağım.Jean Monnet isimli güzide kurum destek oldu sağolsun. Duyurulur. zordu ama sonunda karar verdim de hayırlısı! Londrada bunalımdan/yalnızlıktan ölmemek için yazılarıma comment yazmanız gerektiğini şimdiden bildirmek istiyorum:) Hakikaten hayırlısı bakalım yaşayıp göreceğiz.None haberleri burdan alıyorsun al bakalım:P
Monday, July 21, 2008
Wednesday, June 11, 2008
bitti ditti...
Lisans hayatım finalleriyle acısıyla tatlısıyla bugün itibariyle bitti, dittiiii...
Ben üzerimdeki sorumluluklar bittiği için memnunum, sırtımdan koluma kadar uzanan fiziksel yorgunluk dışında düşünceliyim. Bundan sonra ne olacak, ne bitecek? Bakalım Ash Pikachuylan ne yapacak edasında hayatımı izleyeceğim.
Hayırlısı bakalım...
Ben üzerimdeki sorumluluklar bittiği için memnunum, sırtımdan koluma kadar uzanan fiziksel yorgunluk dışında düşünceliyim. Bundan sonra ne olacak, ne bitecek? Bakalım Ash Pikachuylan ne yapacak edasında hayatımı izleyeceğim.
Hayırlısı bakalım...
Friday, June 6, 2008
Tarihe tanıklık- bu da hukuki olanı ama...
TARAF'tan
Generaller: Hayırlı olsun
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “Herkes saygı duymalı”, İkinci Başkan Saygun “Hayırlı olsun”, Hava Kuvvetleri Komutanı Babaoğlu ise “Karar malûmun ilâmı” dedi
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Anayasa Mahkemesi’nin türban davasını görüştüğü saatlerde bazı mihrakların Türkiye’nin laik ve demokratik yapısını bozmaya çalıştıklarını endişeyle izlediklerini söyledi. Türkiye Cumhuriye’tinin önüne bir takım sıfatlar takmaya çalışanların görüldüğünü ifade eden Büyükanıt, Türkiye’nin yasal organlarının buna asla izin vermeyeceğini söyledi.
ILIMLI İSLAM • Genelkurmay’ın düzenlediği “Orta Doğu: Belirsizlikler İçindeki Geleceği ve Güvenlik Sorunları” konulu uluslararası sempozyumun açılışında konuşan Orgeneral Büyükanıt, gazetecilerin soruları üzerine, Türkiye’ye “ılımlı İslam” gibi sıfatlar takılmak istendiğini belirterek, bunun kaynağının da Türkiye’nin içi olmadığını söyledi. Büyükanıt, “Dünyada hiçbir ülkenin, İran falan hariç, demokratik bir ülkenin önünde sıfat yoktur. Yani ABD’yi nasıl tanımlayacağız? Hristiyan mı diyeceğiz? Böyle bir şey olmaz’’ diye konuştu.
Büyükanıt’ın diğer mesajları şöyle:
IRAK’IN ÖNEMİ • Baas rejimin devrilmesiyle ortaya bir kimlik sorunu ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu tabloya bakarak Irak’ın geleceğinin pek de umut verici olmadığı söylenebilir. Çünkü inşa edilen federal yapı işlemeyecektir. Irak’ı bölünmeye götürebilir.
PKK İÇİN UYGUN ORTAM • Irak’ta devam eden istikrarsızlık, başta PKK/Kongra-Gel terör örgütü olmak üzere terör örgütlerinin gelişmesi için uygun bir ortam yaratmış, bölgedeki şii-sünni çatışmasına bağlı olarak terör örgütleri güçlenmiş, devam eden direniş örgütlerinin birleşmesine yol açmıştır.
KERKÜK’ÜN DURUMU • Öncelikle Iraklı etnik gruplar üzerilerine düşeni yapmalılar. Mevcut yapısı devam ederse Irak istikrarsızlığın merkezi olacak ve Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek. Bu konuyla iyimser düşünceler içinde olmak isterdik ama maalesef zor.
İRAN’IN DURUMU • İran sağduyulu politika izleyerek bölgede nükleer güçsüz bir coğrafya için çalışmalıdır.
PKK VE FİLİSTİN • İsrail topraklarında yürütülen terörle mücadelenin PKK sorunuyla benzer noktaları var. İsrail tüm limanları kontrol ettiği halde füzeler topraklarına giriyor. PKK sorununda da aynı durum geçerli.
BİAT ETMEYECEĞİZ • Türkiye bölgesinin temel dinamiklerinden biridir. Öyle de olmaya devam edecektir. Türkiye’nin önüne bazı sıfatlar takmaya çalışanlar var. Türkiye demokratik, laik ve çağdaş bir ülke olarak kimseye biat etmeyecektir. Bu tür dayatmaları Türkiye’ye kimse dayatamayacaktır.
İSİM TAKMAYIN • Benim asla ve asla Türkiye Cumhuriyeti dışında bir model hayalimden geçmez. Ben tarihi bir gerçeği söylüyorum. Ben geçen yıl ABD’de şubat ayında yaptığım ziyarette Cheney’e de aynı şeyi söyledim. Türkiye Cumhuriyeti’ne isim takmaktan vazgeçin dedim.
PKK’YLA MÜCADELE • Kuzey Irak’ta ikmalleri konvoylarla yapıyorlar. Katır yerine araba kullanıyorlar. ‘Kandil’e çek’ deyince götürüyorlar. Böyle terörle mücadele olur mu? Sonra da teröre destek vermiyoruz diyorlar.”
Büyükanıt, “Bunun Barzani için mi söylüyorsunuz?” sorusuna “Hepsi için” diye yanıt verdi.
Meclis’ten 411 kabul oyuyla geçen türban: Egemenlik kayıtsız şartsız yargıçlarınmış
Anayasa Mahkemesi üniversitelere başörtüsüyle girilmesinin yolunu açan Anayasa değişikliklerini oy çokluğuyla geri çevirirken 148 ve 153. maddeleri çiğnedi. Mahkeme, iptal kararını Anayasa’nın 2, 4 ve 148. maddelerine dayandırdı. Karar, ikiye karşı dokuz oyla kabul edildi. Karşı oylar Başkan Haşim Kılıç ve Sacit Adalı’dan geldi. Dokuz üye, raportörün “Mahkeme anayasa değişikliklerini esastan görüşemez” tavsiyesine uymadı ve Meclis’te AKP, MHP ve DTP’nin temsil ettiği halk iradesini yok saydı. Özetle “Başörtüsü değişikliği laiklik ilkesine aykırıdır” diyen Anayasa Mahkemesi kararı, laikliğe karşı eylem odağı olmakla suçlanan Ak Parti’nin kapatılma olasılığını arttırdı
Anayasa Mahkemesi, üniversitelerde türbana özgürlük amacıyla Anayasa’da yapılan değişiklikleri iptal etti ve gerekçeli karar yayımlanana kadar da yürürlüğünü durdurdu. Karar, ikiye karşı dokuz oyla alındı. Mahkeme, iptal kararını “değişikliğin Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez laiklik ilkesine aykırı olduğu” gerekçesine dayandırdı. Karar, başörtüsün yasağını daha kalıcı hale getirirken, Ak Parti’nin kapatılma olasılığını da mevcut duruma göre güçlendirdi. Karar, darbe dönemleri dışında Anayasa değişikliklerini zorlaştırdı, TBMM’nin anayasa yapma, değiştirme iradesini de sınırlandırdı. Kararın ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “Kararın gerekçesi açıklanmadan değerlendirme yapılmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü geçmişte speküle edildi. Verilen karar ne olursa olsun, bizim bütünlüğümüzü ve birlikte yaşama arzumuzu bozmamalı” dedi.
ALTI SAAT SÜRDÜ • Türban yasağını sona erdirmek amacıyla MHP’nin desteğiyle Anayasa’nın eşitlikli ilgili 10 ve eğitim-öğretim hakkıyla ilgili 42. maddesinde geçen şubat ayında değişiklik yapılmıştı. Bu değişikliklerin iptali, yok sayılması ve yürürlüğünün durdurulması amacıyla CHP ve DSP’lilerin ortak imzayla açtığı iptal davası dün sonuçlandı. Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşık altı saatlik toplantıda aldığı karar, yazılı açıklama ile duyuruldu.
LÂİKLİKTEN GİTTİ • İptalin esas gerekçesini “düzenlemenin Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez nitelikteki laiklik ilkesine aykırı olduğu” saptaması oluşturdu. Anayasa Mahkemesi, ayrıca iptal ettiği düzenlemenin yürürlüğünü de iptale ilişkin gerekçeli karar yayımlanana kadar durdurdu. İptal kararı, beklentiler içinde en zayıf olasılık olarak görülüyordu. Çünkü, mahkemenin birkaç ay önceki kararlarında, mahkemenin Anayasa değişikliklerini esastan inceleme dolayısıyla iptal yetkisi olmadığı belirtilmişti. Bu yüzden, mahkeme iptal istemini reddetmese bile, iptal kararı veremeyeceği, onun yerine ancak “yok hükmünde sayma” ya da “yorumlu ret” kararı verebileceği görüşü yaygın kabul görüyordu.
İŞTE KARAR • Mahkeme’nin, önemli sonuçlar doğuracak kararıyla ilgili açıklaması şöyle: “9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun’un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa’nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur.’’
LAİKLİĞE DOKUNAN YANAR • Anayasa Mahkemesi, iptal kararını dayandırdığı anayasa maddelerinin başında “Değiştirilemeyecek hükümler” başlıklı 4. madde geliyor. Madde şöyle: “Anayasa’nın 1. maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2.maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
CUMHURİYETİN NİTELİKLERİ • Mahkeme’nin, iptal kararında dayanak gösterdiği diğer madde ise “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. madde. Bu madde, “Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk milliyetçiliğine bağlı ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” düzenlemesini içeriyor.
BİZİM YETKİMİZ • Anayasa Mahkemesi’nin kararına gerekçe gösterdiği son anayasa maddesi ise 148. madde. Anayasa Mahkemesi’nin “görev ve yetkileri” başlığını taşıyan maddenin ilgili kısmı şöyle: “Anayasa Mahkemesi, kanunların, KHK’lerin ve TBMM İçtüzüğü’nün anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler... Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır. Şekil bakımından denetleme, cumhurbaşkanınca veya TBMM üyelerinin beşte biri tarafından istenebilir...”
RAPORTÖR ‘İPTAL EDİLEMEZ’ DEMİŞTİ • Türbanla ilgili Anayasa değişikliklerinin iptali istemiyle açılan davada görevlendirilen Raportör Osman Can, Anayasa Mahkemesi’nin dava konusu düzenlemeleri esastan inceleme yetkisi olmadığını belirterek iptal isteminin reddedilmesi gerektiğini savunmuştu. Mahkeme’nin yakın tarihli kimi kararlarını da referans gösteren raportör, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliklerinini esastan denetlemeyeceği gibi, yok hükmünde sayma yetkisi de bulunmadığına raporunda yer vermişti. Can ayrıca, Anayasa’nın değiştirilemez veya değiştirilmesi teklif dahi edilemez nitelikteki laiklik ilkesini ihlal gererkçesiyle “yorumlu ret” kararı vermesinin de hukuka aykırı olacağına dikkat çekerken, bunun da anayasa değişikliklerinin esastan denetimi anlamına geleceğine dikkat çekmişti.
KARARIN SONUÇLARI:
• Karar, Ak Parti’ye yönelik ‘laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak’ suçlamasını kuvvetlendirebilecek. Bunun partiye kapatma ve siyasi yasak ihtimalini de güçlendirdiği yorumları şimdiden yapılmaya başlandı bile.
• Ancak karara rağmen, kapatma davasında sürprizler olabilir. Mahkeme, davayı reddedebileceği gibi, kapatma yerine hazine yardımını kesebilir.
• Üniversitelerin türbanla başlayıp daha özgürleşmesinin önünü mevcut duruma göre daha sıkı şekilde kapatacak. Bu yönde yasa değişikliğine de engel olarak gösterilecek.
• Bundan sonraki sivil anayasa çalışmaları için de ciddi tehdit olacak. Bu TBMM iradesinin de gaspı, anayasaların darbe dışında değiştirilme seçeneğinin olmadığı anlamına gelecek.
ANAYASA MAHKEMESİ ANAYASA’YI İHLÂL ETTİ •
MADDE 148: Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler.
MADDE 153: Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.
GÜÇ BENDE ARTIK • Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı Meclis’in bundan böyle Anayasa değişikliği yapamayacağı anlamına geliyor. Düzenlemeyle ilgili sadece şekilden inceleme yetkisi olan mahkeme esasa girerek karar verdiği için Meclis’ten geçecek her Anayasa değişikliğini aynı yöntemle iptal edebilir.
Generaller: Hayırlı olsun
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, “Herkes saygı duymalı”, İkinci Başkan Saygun “Hayırlı olsun”, Hava Kuvvetleri Komutanı Babaoğlu ise “Karar malûmun ilâmı” dedi
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Anayasa Mahkemesi’nin türban davasını görüştüğü saatlerde bazı mihrakların Türkiye’nin laik ve demokratik yapısını bozmaya çalıştıklarını endişeyle izlediklerini söyledi. Türkiye Cumhuriye’tinin önüne bir takım sıfatlar takmaya çalışanların görüldüğünü ifade eden Büyükanıt, Türkiye’nin yasal organlarının buna asla izin vermeyeceğini söyledi.
ILIMLI İSLAM • Genelkurmay’ın düzenlediği “Orta Doğu: Belirsizlikler İçindeki Geleceği ve Güvenlik Sorunları” konulu uluslararası sempozyumun açılışında konuşan Orgeneral Büyükanıt, gazetecilerin soruları üzerine, Türkiye’ye “ılımlı İslam” gibi sıfatlar takılmak istendiğini belirterek, bunun kaynağının da Türkiye’nin içi olmadığını söyledi. Büyükanıt, “Dünyada hiçbir ülkenin, İran falan hariç, demokratik bir ülkenin önünde sıfat yoktur. Yani ABD’yi nasıl tanımlayacağız? Hristiyan mı diyeceğiz? Böyle bir şey olmaz’’ diye konuştu.
Büyükanıt’ın diğer mesajları şöyle:
IRAK’IN ÖNEMİ • Baas rejimin devrilmesiyle ortaya bir kimlik sorunu ortaya çıktı. Ortaya çıkan bu tabloya bakarak Irak’ın geleceğinin pek de umut verici olmadığı söylenebilir. Çünkü inşa edilen federal yapı işlemeyecektir. Irak’ı bölünmeye götürebilir.
PKK İÇİN UYGUN ORTAM • Irak’ta devam eden istikrarsızlık, başta PKK/Kongra-Gel terör örgütü olmak üzere terör örgütlerinin gelişmesi için uygun bir ortam yaratmış, bölgedeki şii-sünni çatışmasına bağlı olarak terör örgütleri güçlenmiş, devam eden direniş örgütlerinin birleşmesine yol açmıştır.
KERKÜK’ÜN DURUMU • Öncelikle Iraklı etnik gruplar üzerilerine düşeni yapmalılar. Mevcut yapısı devam ederse Irak istikrarsızlığın merkezi olacak ve Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek. Bu konuyla iyimser düşünceler içinde olmak isterdik ama maalesef zor.
İRAN’IN DURUMU • İran sağduyulu politika izleyerek bölgede nükleer güçsüz bir coğrafya için çalışmalıdır.
PKK VE FİLİSTİN • İsrail topraklarında yürütülen terörle mücadelenin PKK sorunuyla benzer noktaları var. İsrail tüm limanları kontrol ettiği halde füzeler topraklarına giriyor. PKK sorununda da aynı durum geçerli.
BİAT ETMEYECEĞİZ • Türkiye bölgesinin temel dinamiklerinden biridir. Öyle de olmaya devam edecektir. Türkiye’nin önüne bazı sıfatlar takmaya çalışanlar var. Türkiye demokratik, laik ve çağdaş bir ülke olarak kimseye biat etmeyecektir. Bu tür dayatmaları Türkiye’ye kimse dayatamayacaktır.
İSİM TAKMAYIN • Benim asla ve asla Türkiye Cumhuriyeti dışında bir model hayalimden geçmez. Ben tarihi bir gerçeği söylüyorum. Ben geçen yıl ABD’de şubat ayında yaptığım ziyarette Cheney’e de aynı şeyi söyledim. Türkiye Cumhuriyeti’ne isim takmaktan vazgeçin dedim.
PKK’YLA MÜCADELE • Kuzey Irak’ta ikmalleri konvoylarla yapıyorlar. Katır yerine araba kullanıyorlar. ‘Kandil’e çek’ deyince götürüyorlar. Böyle terörle mücadele olur mu? Sonra da teröre destek vermiyoruz diyorlar.”
Büyükanıt, “Bunun Barzani için mi söylüyorsunuz?” sorusuna “Hepsi için” diye yanıt verdi.
Meclis’ten 411 kabul oyuyla geçen türban: Egemenlik kayıtsız şartsız yargıçlarınmış
Anayasa Mahkemesi üniversitelere başörtüsüyle girilmesinin yolunu açan Anayasa değişikliklerini oy çokluğuyla geri çevirirken 148 ve 153. maddeleri çiğnedi. Mahkeme, iptal kararını Anayasa’nın 2, 4 ve 148. maddelerine dayandırdı. Karar, ikiye karşı dokuz oyla kabul edildi. Karşı oylar Başkan Haşim Kılıç ve Sacit Adalı’dan geldi. Dokuz üye, raportörün “Mahkeme anayasa değişikliklerini esastan görüşemez” tavsiyesine uymadı ve Meclis’te AKP, MHP ve DTP’nin temsil ettiği halk iradesini yok saydı. Özetle “Başörtüsü değişikliği laiklik ilkesine aykırıdır” diyen Anayasa Mahkemesi kararı, laikliğe karşı eylem odağı olmakla suçlanan Ak Parti’nin kapatılma olasılığını arttırdı
Anayasa Mahkemesi, üniversitelerde türbana özgürlük amacıyla Anayasa’da yapılan değişiklikleri iptal etti ve gerekçeli karar yayımlanana kadar da yürürlüğünü durdurdu. Karar, ikiye karşı dokuz oyla alındı. Mahkeme, iptal kararını “değişikliğin Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez laiklik ilkesine aykırı olduğu” gerekçesine dayandırdı. Karar, başörtüsün yasağını daha kalıcı hale getirirken, Ak Parti’nin kapatılma olasılığını da mevcut duruma göre güçlendirdi. Karar, darbe dönemleri dışında Anayasa değişikliklerini zorlaştırdı, TBMM’nin anayasa yapma, değiştirme iradesini de sınırlandırdı. Kararın ardından Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “Kararın gerekçesi açıklanmadan değerlendirme yapılmasını doğru bulmuyoruz. Çünkü geçmişte speküle edildi. Verilen karar ne olursa olsun, bizim bütünlüğümüzü ve birlikte yaşama arzumuzu bozmamalı” dedi.
ALTI SAAT SÜRDÜ • Türban yasağını sona erdirmek amacıyla MHP’nin desteğiyle Anayasa’nın eşitlikli ilgili 10 ve eğitim-öğretim hakkıyla ilgili 42. maddesinde geçen şubat ayında değişiklik yapılmıştı. Bu değişikliklerin iptali, yok sayılması ve yürürlüğünün durdurulması amacıyla CHP ve DSP’lilerin ortak imzayla açtığı iptal davası dün sonuçlandı. Anayasa Mahkemesi’nin yaklaşık altı saatlik toplantıda aldığı karar, yazılı açıklama ile duyuruldu.
LÂİKLİKTEN GİTTİ • İptalin esas gerekçesini “düzenlemenin Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez nitelikteki laiklik ilkesine aykırı olduğu” saptaması oluşturdu. Anayasa Mahkemesi, ayrıca iptal ettiği düzenlemenin yürürlüğünü de iptale ilişkin gerekçeli karar yayımlanana kadar durdurdu. İptal kararı, beklentiler içinde en zayıf olasılık olarak görülüyordu. Çünkü, mahkemenin birkaç ay önceki kararlarında, mahkemenin Anayasa değişikliklerini esastan inceleme dolayısıyla iptal yetkisi olmadığı belirtilmişti. Bu yüzden, mahkeme iptal istemini reddetmese bile, iptal kararı veremeyeceği, onun yerine ancak “yok hükmünde sayma” ya da “yorumlu ret” kararı verebileceği görüşü yaygın kabul görüyordu.
İŞTE KARAR • Mahkeme’nin, önemli sonuçlar doğuracak kararıyla ilgili açıklaması şöyle: “9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun’un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa’nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur.’’
LAİKLİĞE DOKUNAN YANAR • Anayasa Mahkemesi, iptal kararını dayandırdığı anayasa maddelerinin başında “Değiştirilemeyecek hükümler” başlıklı 4. madde geliyor. Madde şöyle: “Anayasa’nın 1. maddesindeki devletin şeklinin cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2.maddesindeki cumhuriyetin nitelikleri ve 3. maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
CUMHURİYETİN NİTELİKLERİ • Mahkeme’nin, iptal kararında dayanak gösterdiği diğer madde ise “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. madde. Bu madde, “Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk milliyetçiliğine bağlı ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” düzenlemesini içeriyor.
BİZİM YETKİMİZ • Anayasa Mahkemesi’nin kararına gerekçe gösterdiği son anayasa maddesi ise 148. madde. Anayasa Mahkemesi’nin “görev ve yetkileri” başlığını taşıyan maddenin ilgili kısmı şöyle: “Anayasa Mahkemesi, kanunların, KHK’lerin ve TBMM İçtüzüğü’nün anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler... Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır. Şekil bakımından denetleme, cumhurbaşkanınca veya TBMM üyelerinin beşte biri tarafından istenebilir...”
RAPORTÖR ‘İPTAL EDİLEMEZ’ DEMİŞTİ • Türbanla ilgili Anayasa değişikliklerinin iptali istemiyle açılan davada görevlendirilen Raportör Osman Can, Anayasa Mahkemesi’nin dava konusu düzenlemeleri esastan inceleme yetkisi olmadığını belirterek iptal isteminin reddedilmesi gerektiğini savunmuştu. Mahkeme’nin yakın tarihli kimi kararlarını da referans gösteren raportör, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliklerinini esastan denetlemeyeceği gibi, yok hükmünde sayma yetkisi de bulunmadığına raporunda yer vermişti. Can ayrıca, Anayasa’nın değiştirilemez veya değiştirilmesi teklif dahi edilemez nitelikteki laiklik ilkesini ihlal gererkçesiyle “yorumlu ret” kararı vermesinin de hukuka aykırı olacağına dikkat çekerken, bunun da anayasa değişikliklerinin esastan denetimi anlamına geleceğine dikkat çekmişti.
KARARIN SONUÇLARI:
• Karar, Ak Parti’ye yönelik ‘laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak’ suçlamasını kuvvetlendirebilecek. Bunun partiye kapatma ve siyasi yasak ihtimalini de güçlendirdiği yorumları şimdiden yapılmaya başlandı bile.
• Ancak karara rağmen, kapatma davasında sürprizler olabilir. Mahkeme, davayı reddedebileceği gibi, kapatma yerine hazine yardımını kesebilir.
• Üniversitelerin türbanla başlayıp daha özgürleşmesinin önünü mevcut duruma göre daha sıkı şekilde kapatacak. Bu yönde yasa değişikliğine de engel olarak gösterilecek.
• Bundan sonraki sivil anayasa çalışmaları için de ciddi tehdit olacak. Bu TBMM iradesinin de gaspı, anayasaların darbe dışında değiştirilme seçeneğinin olmadığı anlamına gelecek.
ANAYASA MAHKEMESİ ANAYASA’YI İHLÂL ETTİ •
MADDE 148: Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler.
MADDE 153: Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.
GÜÇ BENDE ARTIK • Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı Meclis’in bundan böyle Anayasa değişikliği yapamayacağı anlamına geliyor. Düzenlemeyle ilgili sadece şekilden inceleme yetkisi olan mahkeme esasa girerek karar verdiği için Meclis’ten geçecek her Anayasa değişikliğini aynı yöntemle iptal edebilir.
Saturday, May 31, 2008
uf puf- kusura bakmayın rakamlar beni hala etkiliyor
Birgün'den..
TÜRKİYE İŞ KAZALARINDA REKORA DOYMUYOR
Türk-İş"in araştırmalarına göre; 1946’dan bu yana meydana gelen iş kazalarındaki ölümler 54 bin 801’i bulurken, yaralanan işçi sayısı da 145 bin 279’a yükseldi. Bu araştırmaya göre, Türkiye yine iş kazalarındaki rekorunu kaptırmadı ve Avrupa birincisi oldu. Türk-İş’in araştırmasına göre iş kazalarında 1946 ile 1965 arasında 9 bin 505 kişi öldü, 27 bin 625 kişi de yaralandı. Adeta bir büyük ilçe nüfusunu yitirdiğimiz iş kazalarının ilk yıllarında ölüm oranı daha yüksek. Ancak alınan tüm önlemlere ve gelişmişlik düzeyimizin yükselmesine karşın, 21 Yüzyılın başlarında da iş kazalarındaki ölüm oranı ile Avrupa rekorunu kırmayı başardık.
İŞTE REKOR
Ölümcül kaza sıklık oranına bakıldığında ise Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında yüzde 20.5 rakamıyla ilk sırada yer alıyor. Bize en yakın ölüm oranı olan Portekiz’e üç kat da fark attık: Diğer ülkelerdeki oranlar şöyle: Portekiz 7.0, Yunanistan 5.4, İtalya 5.0, Slovakya 5.0, Avusturya 4.6, Belçika 4.4, İspanya 4.4, Fransa 3.5, İrlanda 3.5, Çekoslovakya 3.4, Macaristan 3.1, Finlandiya 2.5, Almanya 2.3, Danimarka 2.0, İsveç 1.6, Hollanda 1.3, Norveç 1.3, İsviçre 1.3.
TÜRKİYE İŞ KAZALARINDA REKORA DOYMUYOR
Türk-İş"in araştırmalarına göre; 1946’dan bu yana meydana gelen iş kazalarındaki ölümler 54 bin 801’i bulurken, yaralanan işçi sayısı da 145 bin 279’a yükseldi. Bu araştırmaya göre, Türkiye yine iş kazalarındaki rekorunu kaptırmadı ve Avrupa birincisi oldu. Türk-İş’in araştırmasına göre iş kazalarında 1946 ile 1965 arasında 9 bin 505 kişi öldü, 27 bin 625 kişi de yaralandı. Adeta bir büyük ilçe nüfusunu yitirdiğimiz iş kazalarının ilk yıllarında ölüm oranı daha yüksek. Ancak alınan tüm önlemlere ve gelişmişlik düzeyimizin yükselmesine karşın, 21 Yüzyılın başlarında da iş kazalarındaki ölüm oranı ile Avrupa rekorunu kırmayı başardık.
İŞTE REKOR
Ölümcül kaza sıklık oranına bakıldığında ise Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında yüzde 20.5 rakamıyla ilk sırada yer alıyor. Bize en yakın ölüm oranı olan Portekiz’e üç kat da fark attık: Diğer ülkelerdeki oranlar şöyle: Portekiz 7.0, Yunanistan 5.4, İtalya 5.0, Slovakya 5.0, Avusturya 4.6, Belçika 4.4, İspanya 4.4, Fransa 3.5, İrlanda 3.5, Çekoslovakya 3.4, Macaristan 3.1, Finlandiya 2.5, Almanya 2.3, Danimarka 2.0, İsveç 1.6, Hollanda 1.3, Norveç 1.3, İsviçre 1.3.
Monday, May 26, 2008
100.yazı/son gün
100. yazım bu benim bu blogda:) Bugün lisans hayatımın son ders günüydü...
Hüzünlendim niyeyse...onca final, onca ödev unuttum gitti...Hatta zaten burada kalabilecek olma olasılığımın yüksekliği düşünüldüğünde niye üzülüyorum ki? Çok tuhaf.
Bilmiyorum sanki bir daha asla eskisi gibi olmayacak birşeyler gibi geliyor.
Çok keskin, çok tuhaf bir his... İçime oturdu ağır...
Ben de büyümek zorundaymışım artık gibi. Başka bir kaçar yolu yok gibi...
Oysa ben olgundum zaten...niye korktum ki bundan?
Neyse canım, herkes zıtlıkları içinde barındırır bir yandan desem, yer misiniz? :)
Bu da böyle bir yazı işte... Yüreğim kalabalıklaştı yine...
( Biliyorum Van'ı anlatmadım henüz ama bir ara söz anlatacağım.)
Sunday, May 25, 2008
little miss sunshine
az önce küçük bayan günışığını seyrettim tavsiye ediyorum:)
Hasta hasta yapabildiğim tek şey birşeyler izlemekti uyumaktan başka! insan yazın ortasında niye bu kadar hasta olur gibi sorular sorsam da filmi izleyince dayanamadım buralara yazayım dedin izlemeyenler izlesin:D
Hasta hasta yapabildiğim tek şey birşeyler izlemekti uyumaktan başka! insan yazın ortasında niye bu kadar hasta olur gibi sorular sorsam da filmi izleyince dayanamadım buralara yazayım dedin izlemeyenler izlesin:D
Wednesday, May 21, 2008
karanlığın gözleri
( Bu şiiri bugün kitapçıda gezerken elime aldığım bir ümit yaşar kitabında okudum yıllar sonra. Çok eskiden cüzdanımın içinde bir ufak kağıt taşırdım katlanmış, içinde bu şiir vardı. Şu an tekrar okuyorum neden sevdiğimi sorguluyorum bu şiiri. Gerçekten neden?Sorgulamak da bir yere kadar, uyumak lazım:D)
Karanlığın Gözleri
şimdi yoksun
seni düşünebilirim artık
tutar ellerini öperim uzun uzun
kimseler ayıplayamaz beni
yokluğunda seni nasıl sevdiğimi anlayamazlar
işte gözlerin işte dudakların
senin olan ne varsa karşımda duruyor
ayaklarını dilediğim yere götürebiliyorum artık
sevdiğim şarkıları söyletiyorum dudaklarına
ve hoyrat ellerimle seni
her gün biraz daha güzelleştiriyorum
bütün resimler sana benziyor
hayret
bütün aynalarda sen varsın
nereye gitsem peşimden geliyorsun
şimdi sigarasın dudaklarımda
biraz sonra beyaz bir kağıt
ve akşam içtiğim bir kadeh içki olacaksın
kimse yokluğunda bunca sevilmedi
kimse yokluğunda ilahlaşmadı bu kadar
saçların böyle daha güzel
sen daha güzelsin
gelecek mutlu günlerin ışığında
her şey daha güzel
ne var ki ayrılığın adı kötüye çıkmış
yoksa bin yıl daha yaşamak isterdim
ve seni bin yıl daha
ayrılıklar içinde sevmek isterdim
ama biliyorsun nihayet ben de bir insanım
umutsuzluğa düştüğüm anlar oluyor
hiç gelmeyeceksin sanıyorum
o zaman kurşun gibi bir korku saplanıyor kalbime
katran gibi bir yalnızlık sarıyor içimi
yalnızlığımdan utanıyorum
beni sevmesen ölürdüm
beni sevmesen bir çakıl taşıydım şimdi
beni sevmesen bir duvar gibi sağırdım
kördüm bir at kadar
ölümden acıydım ölümden beterdim
beni sevmesen
dünyayı bütün insanlara zindan ederdim
beni bu kadar saracak ne vardı
kanıma girecek
göz bebeklerime oturacak
bir sen fani gibi dudaklarımdan eksilmeyecek
ne vardı
hiç karşıma çıkmasaydın
bu kör olası gözler görmeseydi seni
ne vardı güzelliğini bilmeseydim
bir dua gibi bellemeseydim adını
ne vardı bütün gece
gözlerimi tavana dikerek
seni düşünmeseydim
belki karşımda değilsin yanılıyorum
bu gözler senin gözlerin değil
aldatıyorlar beni
karanlığın gözleri olmalı bunlar
bana böylesine keder veren
gülmeyi,yaşamayı haram eden
bir karanlığın gözleri olmalı
öyleyse sen hiçbir yerde yoksun
sana hiçbir zaman yaklaşamayacağım
yalan bu geçici sevinç,bu nur,bu ışık
bu karanlığın ortasında yanan alev gözler
bu kadeh içki gibi aydınlık
ne dedimse inanma
seni değil kendimi anlatıyorum
sen istediğin kadar
varlığın ta kendisi ol
ölümsüzlüğün ta kendisi
ben günden güne yok olmaktaydım
bütün ışıkları kaldırıp attım bir yana
anlıyor musun
gökyüzü güneş olsa
sensiz karanlıktayım
.
Ümit Yaşar Oğuzcan
.
Karanlığın Gözleri
şimdi yoksun
seni düşünebilirim artık
tutar ellerini öperim uzun uzun
kimseler ayıplayamaz beni
yokluğunda seni nasıl sevdiğimi anlayamazlar
işte gözlerin işte dudakların
senin olan ne varsa karşımda duruyor
ayaklarını dilediğim yere götürebiliyorum artık
sevdiğim şarkıları söyletiyorum dudaklarına
ve hoyrat ellerimle seni
her gün biraz daha güzelleştiriyorum
bütün resimler sana benziyor
hayret
bütün aynalarda sen varsın
nereye gitsem peşimden geliyorsun
şimdi sigarasın dudaklarımda
biraz sonra beyaz bir kağıt
ve akşam içtiğim bir kadeh içki olacaksın
kimse yokluğunda bunca sevilmedi
kimse yokluğunda ilahlaşmadı bu kadar
saçların böyle daha güzel
sen daha güzelsin
gelecek mutlu günlerin ışığında
her şey daha güzel
ne var ki ayrılığın adı kötüye çıkmış
yoksa bin yıl daha yaşamak isterdim
ve seni bin yıl daha
ayrılıklar içinde sevmek isterdim
ama biliyorsun nihayet ben de bir insanım
umutsuzluğa düştüğüm anlar oluyor
hiç gelmeyeceksin sanıyorum
o zaman kurşun gibi bir korku saplanıyor kalbime
katran gibi bir yalnızlık sarıyor içimi
yalnızlığımdan utanıyorum
beni sevmesen ölürdüm
beni sevmesen bir çakıl taşıydım şimdi
beni sevmesen bir duvar gibi sağırdım
kördüm bir at kadar
ölümden acıydım ölümden beterdim
beni sevmesen
dünyayı bütün insanlara zindan ederdim
beni bu kadar saracak ne vardı
kanıma girecek
göz bebeklerime oturacak
bir sen fani gibi dudaklarımdan eksilmeyecek
ne vardı
hiç karşıma çıkmasaydın
bu kör olası gözler görmeseydi seni
ne vardı güzelliğini bilmeseydim
bir dua gibi bellemeseydim adını
ne vardı bütün gece
gözlerimi tavana dikerek
seni düşünmeseydim
belki karşımda değilsin yanılıyorum
bu gözler senin gözlerin değil
aldatıyorlar beni
karanlığın gözleri olmalı bunlar
bana böylesine keder veren
gülmeyi,yaşamayı haram eden
bir karanlığın gözleri olmalı
öyleyse sen hiçbir yerde yoksun
sana hiçbir zaman yaklaşamayacağım
yalan bu geçici sevinç,bu nur,bu ışık
bu karanlığın ortasında yanan alev gözler
bu kadeh içki gibi aydınlık
ne dedimse inanma
seni değil kendimi anlatıyorum
sen istediğin kadar
varlığın ta kendisi ol
ölümsüzlüğün ta kendisi
ben günden güne yok olmaktaydım
bütün ışıkları kaldırıp attım bir yana
anlıyor musun
gökyüzü güneş olsa
sensiz karanlıktayım
.
Ümit Yaşar Oğuzcan
.
Tuesday, May 13, 2008
Sunday, May 11, 2008
Thursday, May 1, 2008
...
Hatırlamak için yazıyordum ya, devam.
http://www.sendika.org/
GELİŞMELERİ AN AN AKTARIYORUZ
İstanbul’da 1 Mayıs erken başladı. Polis sabah 06.30’da ilk müdahalesini etti. Şişli’de DİSK Binası önünde toplanan kitle panzerler ve biber gazıyla dağıtılmaya çalışılıyor. İşçiler eylem konusunda kararlılıklarına devam ediyor. Polisle işçiler arasında yer yer çatışmalar devam ediyor. Okmeydanı'nda bir genç plastik mermiyle başından vuruldu. Bu arada 5 otobüs insan Vatan Caddesi'ndeki Emniyet Müdürlüğü'nde gözaltında tutuluyor.
15.00 :Aldığımız son bilgilere göre İstanbul Beyoğlu'nda ÖDP İl binasına yapılan baskında polis sağa sola gerçek kurşun kullanmak üzere ateş açtı.
14.45 :Makine Mühendisleri odasını basan polis 16 kişiyi göz altına aldı. ÖDP Beyoğlu'yu da basan polis içeridekileri göz altına aldı. Bu arada Taksim İlk yardım Hastanesi ve Gülbağ civarında çatışmalar sürüyor. Göstericiler barikatlar kurarken, polis eylemleri engelleyemiyor. Saatlerdir bu iki bölgede eylemler sürüyor.
14.05 :DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi bir basın açıklaması yaptı. “İstanbul işgal edilmiş gibi bir uygulama var ve bir devlet terörü uygulandı” diyen Çelebi provokasyonun kimin yaptığının tescillendiğini söyledi. Devlet töreni gibi 1 Mayıs istedikleri için Taksim’e temsili olarak çıkmayı reddettiklerini söyleyen Çelebi “İstanbul Valisi, İçişleri Bakanı ve Başbakan istifa etmelidir. Bu basit bir uygulama değildir, üzerine bir bardak su içmeyeceğiz. Hesabını soracağız” dedi. “Bugün Sosyal güvenlik, kıdem tazminatı ve işsizlik konusunda taleplerimizi haykıracak, AKP iktidarın iki yüzlü maskesini düşürecektik” diye konuşan Erdoğan AKP’nin yalnız kendine ve türbana özgürlük istediğini vurguladı. İşçileri taşıyan otobüslerin durdurulup, Kilyos gibi alakasız yerlere gönderildiğini, polisin gaz bombalarını binalara, hastaneye atarak öldürmeye teşebbüs ettiğini söyleyen Çelebi sözlerini “Şu bilinsin ki, biz eninde sonunda Taksim’de buluşacağız. Bu saldırı bizi biledi. ‘Başbakan’ın ayaklar baş olursa kıyamet kopar’ söyleminde olduğu gibi nasıl kopacağını göstereceğiz” diyerek noktaladı.
14.00 : Sıraselviler Caddesi ve Kazancı yokuşundan Taksim'e yürüyen gruba polis saldırdı. Cihangir civarında eylemciler barikat kurdular.
Şişli’de polisle süren çatışma sırasında üzerlerine tazyikli su sıkılan işçiler ara sokaklara çekildi. Aralarında çok sayıda sivil polis bulunan güvenlik güçleri işçilerin üzerine gitmeye başladı. Bu sırada düşen bir kadına yerde savunmasız bir şekilde yatarken sivil polisten kafasına tekme yedi.
13.30 :Okmeydanı'nda Burhan Gül (19) isimli bir gencin başından plastik mermiyle vurularak yaralandığı bildirildi. Avukat Taylan Taner'in açıklamasına göre yaralı genç şu anda Okmeydanı SSK Eğitim ve Araştırma Hastane'sinde müşahede altında.
13.20 : 30 kişilik bir grup Osmanbey'deki Zabıta Müdürlüğü önünde toplandı. Burada bir simitçinin tezgahının polis tarafından dağıtılması protesto edildi. Kalabalığın protestosu üzerine simitçinin arabası geri verilince kitle "Yaşasın 1 Mayıs" sloganı attı.
13.15 :Bir muhabirimiz daha gözaltına alındı.
13.10 :Kurumlar basılmaya başlandı. Şişli'de bulunan Harita Mühendisleri Odası basılarak yönetim kurulu üyeleri darp edilerek gözaltına alındı.
13.05 :Maçka tarafından Taksim'e geçmeye çalışan iki muhabirimiz gözaltına alındı. Muhabirlerimizin fotoğraf makinelerine polis el koydu. Beşiktaş tarafında gözaltına alınan yaklaşık 400 kişi İnönü Stadı'nın yan tarafında tutuluyor.
13.00 :İstanbul'da polisin "orantısız" güç kullanımı halkı canından bezdirdi. Osmanbey Metro Girişinde polis tarafından linç edilerek gözaltına alınan bir kişinin akıbetini soran esnafla polis arasında arbede çıktı. Esnaf "Bu mu orantılı şiddet, o hepimizin çocuğu olabilirdi" diye polisle kavga etti.
Maçka'dan Taksim'e çıkan yokuştaki herkese müdahale edilerek eyleme katılan, katılmayan herkes gözaltına alındı.
Polisin yarattığı terör ortamına vatandaşların tepkisi büyüyor.
Taksim Meydanı'nın zorlayan 1 Mayıs kitlesiyle polis arasında ara ara arbedeler yaşanıyor. Polis İstiklal caddesi'nde gözaltı yapmaya devam ediyor.
12.40 :Dolapdere’deki işçilerle polis arasında Kurtuluş Yokuşu'nda da çatışma yaşandı.
Dolapdere’deki grup Kurtuluş Yokuşu’nda polis işçilere biber gazıyla müdahale etti. Çatışmalar ara sokaklara dağılırken, polis Bilgi Üniversitesi’ne doğru harekete geçti. Bilgi Üniversitesi çevresinde 7-8 noktada barikat kuruldu.
Bu arada Pangaltı ve Dolapdere'deki bekleyiş sürüyor. Taksim'e çıkmayı zorlayan işçiler Harbiye Kavşağı, Askeri Müze ve Vali Konağı önünden hareketliliğini sürdürüyor.
İstiklal Caddesi'nde ise giderek kalabalık artıyor. Şişli'deki kitlenin bir bölümü bu tarafa hareket etti.
12.15 :Şişli'de çatışmalar sürerken bazı sendikalar Taksimi zorlamaya başladı. Dolapdere girişi tarafında bin kişilik bir kitleyle polis arasında çatışma var.
Sabahtan beri yaşanan polis müdahaleleri sonucu şu ana kadar yaklaşık 40 yaralı ve 200'ün üzerinde gözaltı olduğu öğrenildi.
12.00 :Şişli CHP önünde açıklama yapan sendikalar Taksim meydanı'na karanfil bırakmaya gitmeyeceklerini açıkladılar.
11.45 :İstiklal Caddesinde toplanan Mücadele Birliği, Alınteri ve Kaldıraç üyelerine polis müdahale etti. Çatışmalar İstiklal Caddesinin ara sokaklarında sürüyor.
TKP İl Binası önünde toplanan TKP üyeleri polisi barikatını aşamayınca parti binası önünde bir basın açıklaması yaptı.
Polisin Etfal hastanesine yaptığı müdahaleler hastaları ve hasta yakınlarını çileden çıkardı. Hastane önünde toplanan hastalar polisi protesto ediyor. Hasta yakınlarıyla polis arasında çıkan arbede esnasında hamile bir bayan fenalık geçirdi, bir hasta sıkılan gaz sonrası bayıldı. Hasta yakınları polisi hastane bahçesinden dışarı püskürttü.
Taksim Meydanına doğru yürüyüşe geçen sendika başkanları Şişli CHP binasının önünde basın açıklaması yapıyorlar.
11.30 :Sendika Başkanları Taksim'e karanfil bırakmak ve anma proğramı yapmak için yürüyüşe geçti.
Şişli'deki 1 Mayıs kitlesi giderek büyüyor.
Şişli Etfal'de toplanan TTB ve SES'e tekrar müdahale oldu.
İstiklal Caddesindeki ara sokaklarda toplananlara müdahale oluyor. Mis Sokak'ta İki kişi gözaltına alındı.
Polisin DİSK binasına sıktığı biber gazından etkilenerek nefes almakta güçlük çeken CHP Milletvekili Mehmet Ali Özpolat kalp spazmı geçirdi. CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü de polisin kullanılan biber gazının Cenevre Konvansiyonu’na göre, savaşlarda kullanılmasının bile yasak olduğunu söyledi.
11.00 :Şişli'de değişik bölgelerde binlerce kişi toplanmaya devam ediyor. Polis toplanan kitlelere şiddet kullanarak müdahale ediyor.
Şişli Cami önünde toplanan yaklaşık bin kişilik kitleye sert müdahale oldu. Yaralıların olduğu öğrenildi. Osmanbey, Cevahir İş Merkezi önü ve Mecidiyeköy girişinde biriken kitlelerle polis arasındaki çatışmalar devam ediyor.
DSP Genel Başkanı Zeki Sezer ve CHP Genel Sekreter Yardımcısı Algan Hacaloğlu DİSK Genel Merkezini ziyaret ettiler. Zeki Sezer yaptığı açıklama da hükümeti eleştirdi.
10.30 :Şişli'de toplanan TMMOB üyelerine de müdahale oldu.
Yere düşen bir kadını joplayan polisi çeken bir basın mensubu polis tarafından yere yatırılarak fena halde dövüldü. Polis basını bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor.
TTB ve SES üyeleri Şişli Etfal önünde tekrar toplanarak TTB pankartını açtılar. Birazdan yürüyüşe geçecekler.
10.20 :Önce işçilere sonra hastalara ve avukatlara saldıran polis şimdi de basına saldırdı. Gazetecileri joplayan polisin müdahalesi sonucu aralarında gazeteci Bülent Usta'nın da bulunduğu bazı gazetecilerin yaralandığı öğrenildi.
10.15 :Etfal Hastanesi kantinine giren polis içeri gaz bombası attı. Atılan gaz bombasından aralarında yaşlı kadınların ve çocukların bulunduğu çok sayıda hasta kötü etkilendi.
Şişli'de sıkılan gaz bombalarından etkilenen kalp hastası bir kişinin fenalık geçirerek hastaneye kaldırıldı.
10.10 : Şişli Etfal hastanesi acil servisine gaz bombası atıldı. İçeride bulunan yaralılar ve sağlık çalışanları zor durumdalar.
Hastane önünde toplanarak yürüyüşe geçmek isteyen sağlıkçılara müdahale oldu. Polis hastanenin bahçesine sürekli gaz bombası atmaya devam ediyor.
Bu arada hastaneye giriş yapmaya çalışan içinde ağır yaralı oduğu öğrenilen bir ambulansa da polis gaz bombası atıldı.
10.00 :Polis DİSK Genel Merkezi'nde toplanan kitleye dördüncü kez müdahale etti.
Şişli adliyesinden çıkarak DİSK Genel Merkezine ulaşmaya çalışan 100 kadar avukata polis müdahale etti. Polis avukatlara ilk önce kimliklerini göstererek girebileceklerini belirtti daha sonra ters taraftan müdahale etti. Bir çok avukat yaralandı.
Şişli CHP önünde aralarında 20 milletvekilinin de olduğu kitle eyleme devam ediyor. Bir çok CHP'li Belediye Başkanının da olduğu yerde Güngören CHP Gençlik Kolları pankart açtı.
09.45 :Agos Gazetesi önünde Belediye-İş sendikası toplanıyor.
Şişli adliyesinden 100'e yakın avukat DİSK Binasında bulunanları almak için yürüyüşe geçti.
Polis apartmanların içine gaz bombası atıp kapılarını çekerek içeride bulananları ve apartman sakinlerini gaza boğmaya çalışıyor.
aralarında Ufuk Uras'ın da bulunduğu 50 kişilik bir grup Halaskargazi caddesinde toplandılar ve DİSK Binasına doğru yürüyüşe geçtiler.
09.30 :Polis DİSK Binası önünde abluka kurdu. İçeridekilerin dışarı çıkmasına müsade etmiyor. Binanın içinden sloganlar ve marşlar yükseliyor.
DİSK Genel Merkezi çevresinde çeşitli yerlerde kitle birikiyor. Polis bazı yerlerde müdahale etti. Agos Gazetesi önünde toplanan gruplara polis müdahale etti. Göstericilere biber gazı sıkan emniyet güçleri grubun Taksim’e doğru yürüyüşünü engelenmeye çalışıyor.
Şişli Halaskargazi caddesinde toplanan kitleye de polis müdahale etti.
Pangaaltı CHP ilçe başkanlığı önünde bir grup toplandı. 20 CHP milletvekilinin de olduğu gruptan vekiller ayrılınca, polis müdahale etti. Ancak topluluk bir kez daha toplandı. Bölgede binlerce kişilik grupların öbek öbek Pangaaltı civarında olduğu görülüyor.
Cevahir İş merkezi önünde toplanan Halkevleri'ne de polis müdahale etti. Çatışmalar sürüyor.
09.15 :DİSK önünde toplanan işçiler tekrar yürüyüşe geçmek isteyince polis sert müdahale etti. Kelepçelenerek gözaltına alınanlar olduğu öğrenildi. Polis gözaltına alırken "orantısız" şiddet kullanıyor.
09.00 :Mecidiyeköy tarafından gelen yol açıldı. DİSK Binası önündeki işçileri sayısı giderek artıyor. İstanbul'un çeşitli bölgelerinden yola çıkan binlerce işçi Şişli'ye doğru tüm engellemelere rağmen gitmeye devam ediyor.
Bu arada polis Taksim Meydanı'nı araç trafiğinden sonra insan trafiğine de kapadı. Meydanın tüm girişlerine barikat kuran polis basın dahil kimsenin meydana girmesine izin vermiyor. Taksim'deki otellerde kalan turistler havaalanına gidebilmek için ellerinde bavullarla şaşırmış kalmış durumda. Polisin kurduğu metal bariyerlerden geçebilmek için ara arayan turistler komik görüntüler oluşturuyorlar.
08.45 :Polis müdahalesi sonucu ağır yaralanan bir kişinin hastaneye kaldırıldığı bildirildi. Sendika binasının camlarına çıkan işçiler "katil polis" diye slogan atıyorlar.
08.30 :Ayaklar baş olsun Tayyip defolsun diyerek DİSK önünden yürüyüşe geçmeye çalışan kitleye polis sert müdahalede bulundu. Panzerlerden boyalı su sıkan polise işçiler açtıkları pankartla direniyorlar. Çatışma sürüyor.
"AKP'nin itleri yıldıramaz bizleri" diye slogan atan kitle direnmeye devam ediyor. Ara sokaklarda çatışmalar sürüyor.
Köprülerde ise polis şerit daraltarak aramalar yapmaya başladı.
08.00 : DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi bir açıklama yaparak Taksim’den vazgeçmeyeceklerini inadına Taksime çıkacaklarını söyledi. Çelebi “Biz sağduyu gösterdik ama vahşice bir devlet terörüyle karşılaştık” dedi. Tüm polis müdahalelere rağmen Şişli’de DİSK Binası önüne işçiler akın akın gelmeye devam ediyor. Şu anda binanın önünde işçiler sloganlarla eyleme devam ediyor.
Okmeydanı Fatma Girik Parkı’nda 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen yaklaşık 150 kişinin toplandığı öğrenildi.
Zonguldak’tan gelip Mecidiyeköy’e kadar ulaşmayı başaran 3 otobüs, polis tarafından zorla Kadıköy’e geçirildi. Otobüslerin 2 gün süreyle bağlandığı öğrenildi.
Önüne gelen herkese helikopterden aldığı bilgilerle müdahale eden polis komik durumlara düşmeye başladı. Helikopterden verilen istihbarata göre polis yoldan geçen insanların üzerini arıyor. Show TV’nin haberine göre iki Ortodoks din adamı helikopterden “ellerinden uzun çantalar olan siyah giyimli iki kişi” istihbaratı verilmesi üzerine onlarca polis din adamlarının bulunduğu yere koşarak üst araması yaptı.
07.30 :Polis Taksime gelen tüm anayollara barikat kurdu. Özellikle Şişli'den Taksim'e doğru geçişe izin vermiyor. Şu anda Şişli'deki işçilerin sayısı 1500'e yaklaştı. Biraz sonra DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi bir açıklama yapacak.
07.00 :Sabah ilk müdahaleden sonra DİSK Binası önünden yürüyüş yaparak gövde gösterisi yapmaya çalışan polis şu anda sendika binasının içine gaz bombaları atmaya çalışıyor. Sendikacılarla polis arasında arbede yaşanıyor."İçeride işçi olmayanlar var" diyen ve bunları almak istediğini söyleyen polis ile kapının önündekiler arasında yumruklaşma yaşandı ve polis geri çekildi. İşçiler eyleme devam ediyorlar.
06.30: Bugünkü 1 Mayıs yürüyüşüne katılabilmek için dün geceyi Şişli’de bulunan DİSK Binasında geçiren sendikacılara sabah erken saatlerden itibaren polis panzerler ve çevik kuvvetle müdahale etti. Binanın önünde bulunan Yaklaşık 700 sendikacıya önce panzerlerden su sıkıldı. Ardından çevik kuvvet biber gazıyla müdahale ederek kitleyi dağıtmaya çalıştı. Müdahale sonucu sendikacılar direnişe erken başlamış oldu. Gözaltına alınan olmadı.
http://www.sendika.org/
GELİŞMELERİ AN AN AKTARIYORUZ
İstanbul’da 1 Mayıs erken başladı. Polis sabah 06.30’da ilk müdahalesini etti. Şişli’de DİSK Binası önünde toplanan kitle panzerler ve biber gazıyla dağıtılmaya çalışılıyor. İşçiler eylem konusunda kararlılıklarına devam ediyor. Polisle işçiler arasında yer yer çatışmalar devam ediyor. Okmeydanı'nda bir genç plastik mermiyle başından vuruldu. Bu arada 5 otobüs insan Vatan Caddesi'ndeki Emniyet Müdürlüğü'nde gözaltında tutuluyor.
15.00 :Aldığımız son bilgilere göre İstanbul Beyoğlu'nda ÖDP İl binasına yapılan baskında polis sağa sola gerçek kurşun kullanmak üzere ateş açtı.
14.45 :Makine Mühendisleri odasını basan polis 16 kişiyi göz altına aldı. ÖDP Beyoğlu'yu da basan polis içeridekileri göz altına aldı. Bu arada Taksim İlk yardım Hastanesi ve Gülbağ civarında çatışmalar sürüyor. Göstericiler barikatlar kurarken, polis eylemleri engelleyemiyor. Saatlerdir bu iki bölgede eylemler sürüyor.
14.05 :DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi bir basın açıklaması yaptı. “İstanbul işgal edilmiş gibi bir uygulama var ve bir devlet terörü uygulandı” diyen Çelebi provokasyonun kimin yaptığının tescillendiğini söyledi. Devlet töreni gibi 1 Mayıs istedikleri için Taksim’e temsili olarak çıkmayı reddettiklerini söyleyen Çelebi “İstanbul Valisi, İçişleri Bakanı ve Başbakan istifa etmelidir. Bu basit bir uygulama değildir, üzerine bir bardak su içmeyeceğiz. Hesabını soracağız” dedi. “Bugün Sosyal güvenlik, kıdem tazminatı ve işsizlik konusunda taleplerimizi haykıracak, AKP iktidarın iki yüzlü maskesini düşürecektik” diye konuşan Erdoğan AKP’nin yalnız kendine ve türbana özgürlük istediğini vurguladı. İşçileri taşıyan otobüslerin durdurulup, Kilyos gibi alakasız yerlere gönderildiğini, polisin gaz bombalarını binalara, hastaneye atarak öldürmeye teşebbüs ettiğini söyleyen Çelebi sözlerini “Şu bilinsin ki, biz eninde sonunda Taksim’de buluşacağız. Bu saldırı bizi biledi. ‘Başbakan’ın ayaklar baş olursa kıyamet kopar’ söyleminde olduğu gibi nasıl kopacağını göstereceğiz” diyerek noktaladı.
14.00 : Sıraselviler Caddesi ve Kazancı yokuşundan Taksim'e yürüyen gruba polis saldırdı. Cihangir civarında eylemciler barikat kurdular.
Şişli’de polisle süren çatışma sırasında üzerlerine tazyikli su sıkılan işçiler ara sokaklara çekildi. Aralarında çok sayıda sivil polis bulunan güvenlik güçleri işçilerin üzerine gitmeye başladı. Bu sırada düşen bir kadına yerde savunmasız bir şekilde yatarken sivil polisten kafasına tekme yedi.
13.30 :Okmeydanı'nda Burhan Gül (19) isimli bir gencin başından plastik mermiyle vurularak yaralandığı bildirildi. Avukat Taylan Taner'in açıklamasına göre yaralı genç şu anda Okmeydanı SSK Eğitim ve Araştırma Hastane'sinde müşahede altında.
13.20 : 30 kişilik bir grup Osmanbey'deki Zabıta Müdürlüğü önünde toplandı. Burada bir simitçinin tezgahının polis tarafından dağıtılması protesto edildi. Kalabalığın protestosu üzerine simitçinin arabası geri verilince kitle "Yaşasın 1 Mayıs" sloganı attı.
13.15 :Bir muhabirimiz daha gözaltına alındı.
13.10 :Kurumlar basılmaya başlandı. Şişli'de bulunan Harita Mühendisleri Odası basılarak yönetim kurulu üyeleri darp edilerek gözaltına alındı.
13.05 :Maçka tarafından Taksim'e geçmeye çalışan iki muhabirimiz gözaltına alındı. Muhabirlerimizin fotoğraf makinelerine polis el koydu. Beşiktaş tarafında gözaltına alınan yaklaşık 400 kişi İnönü Stadı'nın yan tarafında tutuluyor.
13.00 :İstanbul'da polisin "orantısız" güç kullanımı halkı canından bezdirdi. Osmanbey Metro Girişinde polis tarafından linç edilerek gözaltına alınan bir kişinin akıbetini soran esnafla polis arasında arbede çıktı. Esnaf "Bu mu orantılı şiddet, o hepimizin çocuğu olabilirdi" diye polisle kavga etti.
Maçka'dan Taksim'e çıkan yokuştaki herkese müdahale edilerek eyleme katılan, katılmayan herkes gözaltına alındı.
Polisin yarattığı terör ortamına vatandaşların tepkisi büyüyor.
Taksim Meydanı'nın zorlayan 1 Mayıs kitlesiyle polis arasında ara ara arbedeler yaşanıyor. Polis İstiklal caddesi'nde gözaltı yapmaya devam ediyor.
12.40 :Dolapdere’deki işçilerle polis arasında Kurtuluş Yokuşu'nda da çatışma yaşandı.
Dolapdere’deki grup Kurtuluş Yokuşu’nda polis işçilere biber gazıyla müdahale etti. Çatışmalar ara sokaklara dağılırken, polis Bilgi Üniversitesi’ne doğru harekete geçti. Bilgi Üniversitesi çevresinde 7-8 noktada barikat kuruldu.
Bu arada Pangaltı ve Dolapdere'deki bekleyiş sürüyor. Taksim'e çıkmayı zorlayan işçiler Harbiye Kavşağı, Askeri Müze ve Vali Konağı önünden hareketliliğini sürdürüyor.
İstiklal Caddesi'nde ise giderek kalabalık artıyor. Şişli'deki kitlenin bir bölümü bu tarafa hareket etti.
12.15 :Şişli'de çatışmalar sürerken bazı sendikalar Taksimi zorlamaya başladı. Dolapdere girişi tarafında bin kişilik bir kitleyle polis arasında çatışma var.
Sabahtan beri yaşanan polis müdahaleleri sonucu şu ana kadar yaklaşık 40 yaralı ve 200'ün üzerinde gözaltı olduğu öğrenildi.
12.00 :Şişli CHP önünde açıklama yapan sendikalar Taksim meydanı'na karanfil bırakmaya gitmeyeceklerini açıkladılar.
11.45 :İstiklal Caddesinde toplanan Mücadele Birliği, Alınteri ve Kaldıraç üyelerine polis müdahale etti. Çatışmalar İstiklal Caddesinin ara sokaklarında sürüyor.
TKP İl Binası önünde toplanan TKP üyeleri polisi barikatını aşamayınca parti binası önünde bir basın açıklaması yaptı.
Polisin Etfal hastanesine yaptığı müdahaleler hastaları ve hasta yakınlarını çileden çıkardı. Hastane önünde toplanan hastalar polisi protesto ediyor. Hasta yakınlarıyla polis arasında çıkan arbede esnasında hamile bir bayan fenalık geçirdi, bir hasta sıkılan gaz sonrası bayıldı. Hasta yakınları polisi hastane bahçesinden dışarı püskürttü.
Taksim Meydanına doğru yürüyüşe geçen sendika başkanları Şişli CHP binasının önünde basın açıklaması yapıyorlar.
11.30 :Sendika Başkanları Taksim'e karanfil bırakmak ve anma proğramı yapmak için yürüyüşe geçti.
Şişli'deki 1 Mayıs kitlesi giderek büyüyor.
Şişli Etfal'de toplanan TTB ve SES'e tekrar müdahale oldu.
İstiklal Caddesindeki ara sokaklarda toplananlara müdahale oluyor. Mis Sokak'ta İki kişi gözaltına alındı.
Polisin DİSK binasına sıktığı biber gazından etkilenerek nefes almakta güçlük çeken CHP Milletvekili Mehmet Ali Özpolat kalp spazmı geçirdi. CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü de polisin kullanılan biber gazının Cenevre Konvansiyonu’na göre, savaşlarda kullanılmasının bile yasak olduğunu söyledi.
11.00 :Şişli'de değişik bölgelerde binlerce kişi toplanmaya devam ediyor. Polis toplanan kitlelere şiddet kullanarak müdahale ediyor.
Şişli Cami önünde toplanan yaklaşık bin kişilik kitleye sert müdahale oldu. Yaralıların olduğu öğrenildi. Osmanbey, Cevahir İş Merkezi önü ve Mecidiyeköy girişinde biriken kitlelerle polis arasındaki çatışmalar devam ediyor.
DSP Genel Başkanı Zeki Sezer ve CHP Genel Sekreter Yardımcısı Algan Hacaloğlu DİSK Genel Merkezini ziyaret ettiler. Zeki Sezer yaptığı açıklama da hükümeti eleştirdi.
10.30 :Şişli'de toplanan TMMOB üyelerine de müdahale oldu.
Yere düşen bir kadını joplayan polisi çeken bir basın mensubu polis tarafından yere yatırılarak fena halde dövüldü. Polis basını bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor.
TTB ve SES üyeleri Şişli Etfal önünde tekrar toplanarak TTB pankartını açtılar. Birazdan yürüyüşe geçecekler.
10.20 :Önce işçilere sonra hastalara ve avukatlara saldıran polis şimdi de basına saldırdı. Gazetecileri joplayan polisin müdahalesi sonucu aralarında gazeteci Bülent Usta'nın da bulunduğu bazı gazetecilerin yaralandığı öğrenildi.
10.15 :Etfal Hastanesi kantinine giren polis içeri gaz bombası attı. Atılan gaz bombasından aralarında yaşlı kadınların ve çocukların bulunduğu çok sayıda hasta kötü etkilendi.
Şişli'de sıkılan gaz bombalarından etkilenen kalp hastası bir kişinin fenalık geçirerek hastaneye kaldırıldı.
10.10 : Şişli Etfal hastanesi acil servisine gaz bombası atıldı. İçeride bulunan yaralılar ve sağlık çalışanları zor durumdalar.
Hastane önünde toplanarak yürüyüşe geçmek isteyen sağlıkçılara müdahale oldu. Polis hastanenin bahçesine sürekli gaz bombası atmaya devam ediyor.
Bu arada hastaneye giriş yapmaya çalışan içinde ağır yaralı oduğu öğrenilen bir ambulansa da polis gaz bombası atıldı.
10.00 :Polis DİSK Genel Merkezi'nde toplanan kitleye dördüncü kez müdahale etti.
Şişli adliyesinden çıkarak DİSK Genel Merkezine ulaşmaya çalışan 100 kadar avukata polis müdahale etti. Polis avukatlara ilk önce kimliklerini göstererek girebileceklerini belirtti daha sonra ters taraftan müdahale etti. Bir çok avukat yaralandı.
Şişli CHP önünde aralarında 20 milletvekilinin de olduğu kitle eyleme devam ediyor. Bir çok CHP'li Belediye Başkanının da olduğu yerde Güngören CHP Gençlik Kolları pankart açtı.
09.45 :Agos Gazetesi önünde Belediye-İş sendikası toplanıyor.
Şişli adliyesinden 100'e yakın avukat DİSK Binasında bulunanları almak için yürüyüşe geçti.
Polis apartmanların içine gaz bombası atıp kapılarını çekerek içeride bulananları ve apartman sakinlerini gaza boğmaya çalışıyor.
aralarında Ufuk Uras'ın da bulunduğu 50 kişilik bir grup Halaskargazi caddesinde toplandılar ve DİSK Binasına doğru yürüyüşe geçtiler.
09.30 :Polis DİSK Binası önünde abluka kurdu. İçeridekilerin dışarı çıkmasına müsade etmiyor. Binanın içinden sloganlar ve marşlar yükseliyor.
DİSK Genel Merkezi çevresinde çeşitli yerlerde kitle birikiyor. Polis bazı yerlerde müdahale etti. Agos Gazetesi önünde toplanan gruplara polis müdahale etti. Göstericilere biber gazı sıkan emniyet güçleri grubun Taksim’e doğru yürüyüşünü engelenmeye çalışıyor.
Şişli Halaskargazi caddesinde toplanan kitleye de polis müdahale etti.
Pangaaltı CHP ilçe başkanlığı önünde bir grup toplandı. 20 CHP milletvekilinin de olduğu gruptan vekiller ayrılınca, polis müdahale etti. Ancak topluluk bir kez daha toplandı. Bölgede binlerce kişilik grupların öbek öbek Pangaaltı civarında olduğu görülüyor.
Cevahir İş merkezi önünde toplanan Halkevleri'ne de polis müdahale etti. Çatışmalar sürüyor.
09.15 :DİSK önünde toplanan işçiler tekrar yürüyüşe geçmek isteyince polis sert müdahale etti. Kelepçelenerek gözaltına alınanlar olduğu öğrenildi. Polis gözaltına alırken "orantısız" şiddet kullanıyor.
09.00 :Mecidiyeköy tarafından gelen yol açıldı. DİSK Binası önündeki işçileri sayısı giderek artıyor. İstanbul'un çeşitli bölgelerinden yola çıkan binlerce işçi Şişli'ye doğru tüm engellemelere rağmen gitmeye devam ediyor.
Bu arada polis Taksim Meydanı'nı araç trafiğinden sonra insan trafiğine de kapadı. Meydanın tüm girişlerine barikat kuran polis basın dahil kimsenin meydana girmesine izin vermiyor. Taksim'deki otellerde kalan turistler havaalanına gidebilmek için ellerinde bavullarla şaşırmış kalmış durumda. Polisin kurduğu metal bariyerlerden geçebilmek için ara arayan turistler komik görüntüler oluşturuyorlar.
08.45 :Polis müdahalesi sonucu ağır yaralanan bir kişinin hastaneye kaldırıldığı bildirildi. Sendika binasının camlarına çıkan işçiler "katil polis" diye slogan atıyorlar.
08.30 :Ayaklar baş olsun Tayyip defolsun diyerek DİSK önünden yürüyüşe geçmeye çalışan kitleye polis sert müdahalede bulundu. Panzerlerden boyalı su sıkan polise işçiler açtıkları pankartla direniyorlar. Çatışma sürüyor.
"AKP'nin itleri yıldıramaz bizleri" diye slogan atan kitle direnmeye devam ediyor. Ara sokaklarda çatışmalar sürüyor.
Köprülerde ise polis şerit daraltarak aramalar yapmaya başladı.
08.00 : DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi bir açıklama yaparak Taksim’den vazgeçmeyeceklerini inadına Taksime çıkacaklarını söyledi. Çelebi “Biz sağduyu gösterdik ama vahşice bir devlet terörüyle karşılaştık” dedi. Tüm polis müdahalelere rağmen Şişli’de DİSK Binası önüne işçiler akın akın gelmeye devam ediyor. Şu anda binanın önünde işçiler sloganlarla eyleme devam ediyor.
Okmeydanı Fatma Girik Parkı’nda 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen yaklaşık 150 kişinin toplandığı öğrenildi.
Zonguldak’tan gelip Mecidiyeköy’e kadar ulaşmayı başaran 3 otobüs, polis tarafından zorla Kadıköy’e geçirildi. Otobüslerin 2 gün süreyle bağlandığı öğrenildi.
Önüne gelen herkese helikopterden aldığı bilgilerle müdahale eden polis komik durumlara düşmeye başladı. Helikopterden verilen istihbarata göre polis yoldan geçen insanların üzerini arıyor. Show TV’nin haberine göre iki Ortodoks din adamı helikopterden “ellerinden uzun çantalar olan siyah giyimli iki kişi” istihbaratı verilmesi üzerine onlarca polis din adamlarının bulunduğu yere koşarak üst araması yaptı.
07.30 :Polis Taksime gelen tüm anayollara barikat kurdu. Özellikle Şişli'den Taksim'e doğru geçişe izin vermiyor. Şu anda Şişli'deki işçilerin sayısı 1500'e yaklaştı. Biraz sonra DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi bir açıklama yapacak.
07.00 :Sabah ilk müdahaleden sonra DİSK Binası önünden yürüyüş yaparak gövde gösterisi yapmaya çalışan polis şu anda sendika binasının içine gaz bombaları atmaya çalışıyor. Sendikacılarla polis arasında arbede yaşanıyor."İçeride işçi olmayanlar var" diyen ve bunları almak istediğini söyleyen polis ile kapının önündekiler arasında yumruklaşma yaşandı ve polis geri çekildi. İşçiler eyleme devam ediyorlar.
06.30: Bugünkü 1 Mayıs yürüyüşüne katılabilmek için dün geceyi Şişli’de bulunan DİSK Binasında geçiren sendikacılara sabah erken saatlerden itibaren polis panzerler ve çevik kuvvetle müdahale etti. Binanın önünde bulunan Yaklaşık 700 sendikacıya önce panzerlerden su sıkıldı. Ardından çevik kuvvet biber gazıyla müdahale ederek kitleyi dağıtmaya çalıştı. Müdahale sonucu sendikacılar direnişe erken başlamış oldu. Gözaltına alınan olmadı.
Monday, April 28, 2008
şarkıyı duydun mu?
Moda'da otururken bir ara uzaklara daldı, denizdeki yelkenlilere ve gemilere genç kadın, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme, biraz acı ama kabullenmiş, aklında şu şarkı:
"Ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin"
Ya gerçekten bir daha dönmezsen geri gemi??
"Ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var,
deliyim
Ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim"
Deliyim...
"Kime sorsam dönüşüm yok
Nereye gitsem mavi
Yelkenimde deli rüzgâr
Her yanım tuz, deliyim"
Tuz yakıyor, evet deliyim...
"Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim"
Kaybolmak istemiyorum artık...
"Ah, yaralı kalbin, sönüp gidecek yaralı kalbin, delisin
Ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin"
Dönersin değil mi? O kadar dönülmez değildir değl mi? Dönersin, dönersin...
"Kime sorsam dönüşüm yok
Her gemi biraz deniz
Her yanım mavi, her yanım yel
Her yanım tuz"
Tuz yakıyor, sormadıklarım dönüşüm var der belki, kalbimin, küçücük gemimin ve her bir şeyin dönüşü olamaz mı? Her yanım yel, deliyim...
"Ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin
Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin"
Ya gerçekten bir daha dönmezsen geri gemi??
"Ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var,
deliyim
Ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim"
Deliyim...
"Kime sorsam dönüşüm yok
Nereye gitsem mavi
Yelkenimde deli rüzgâr
Her yanım tuz, deliyim"
Tuz yakıyor, evet deliyim...
"Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim
Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim"
Kaybolmak istemiyorum artık...
"Ah, yaralı kalbin, sönüp gidecek yaralı kalbin, delisin
Ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin"
Dönersin değil mi? O kadar dönülmez değildir değl mi? Dönersin, dönersin...
"Kime sorsam dönüşüm yok
Her gemi biraz deniz
Her yanım mavi, her yanım yel
Her yanım tuz"
Tuz yakıyor, sormadıklarım dönüşüm var der belki, kalbimin, küçücük gemimin ve her bir şeyin dönüşü olamaz mı? Her yanım yel, deliyim...
Sunday, April 27, 2008
bir sene geçmiş...
tam bir sene geçmiş inanamıyorum ya!! birbirimizi arayıp aaa ne oldu abi yine? dediğimiz o gece olalı bir sene geçmiş. Bu blog hatırlatma içindi ya, o açıklama burada basılıydı da tekrar basıp tekrar hatırlayalım, ne diyeyim, bir daha asla! umut edelim!!!
BASIN AÇIKLAMASI
TARIH : 27 Nisan 2007
NO : BA - 08 / 07
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.
Bu bağlamda;
Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur'an okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir.
22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.
Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir.
Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.
Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.
Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.
Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
BASIN AÇIKLAMASI
TARIH : 27 Nisan 2007
NO : BA - 08 / 07
Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta laiklik olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden, devletimizin bağımsızlığı ile ulusumuzun birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini duygularını istismar etmekten çekinmemekte, devlete açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları din kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların ve küçük çocukların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.
Bu bağlamda;
Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur'an okuma yarışması tertiplenmiş, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyet iptal edilmiştir.
22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada Atatürk resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
Ayrıca, Ankara’nın Altındağ ilçesinde “Kutlu Doğum Şöleni” için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dini söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.
Okullarda kutlanacak etkinlikler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yönergelerinde belirtilmiştir. Ancak, bu tür kutlamaların yönerge dışı talimatlarla yerine getirildiği tespit edilmiş ve Genelkurmay Başkanlığınca yetkili kurumlar bilgilendirilmesine rağmen herhangi bir önleyici tedbir alınmadığı gözlenmiştir.
Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu irticai anlayış, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.
Bölgemizdeki gelişmeler, din ile oynamanın ve inancın siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Kutsal bir inancın üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin inancı ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Malatya’da ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.
Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Genelkurmay Başkanı’nın 12 Nisan 2007 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifade ettiği “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.
Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
Friday, April 18, 2008
uuuuuuuuffffffffffffffffff
Bir yandan içim acıyor, bir tarafım kızgın, bir tarafım yenik, bir tarafım tarumar...
Cesaret mi, taşıdığım ve bırakmayacağım ve belki de hiç bırakamayacağım yük mü, nedir????
Cesaret mi, taşıdığım ve bırakmayacağım ve belki de hiç bırakamayacağım yük mü, nedir????
Sunday, April 6, 2008
I liked it ,none!
Reference to None...
Estragon: We always find something, eh Didi, to give us the impression we exist? (Samuel Beckett, Waiting for Godot, p.69)
But this is not only an impression. we exist:) we existed, we have existed, we will exist, etc.:)How we act somehow affect this existence, do we have any essence? I really don't know.
Estragon: We always find something, eh Didi, to give us the impression we exist? (Samuel Beckett, Waiting for Godot, p.69)
But this is not only an impression. we exist:) we existed, we have existed, we will exist, etc.:)How we act somehow affect this existence, do we have any essence? I really don't know.
Saturday, April 5, 2008
kadın emeği kurultayı ve eveksenli çalışan kadınlar
Çok çetrefilli bir konu. Bugün feministler dahi saatlerce tartıştılar. Kafamda oturmayan da birşeyler var açıkçası. Şu an aldığım bütün notları buraya aktaracak takatim yok açıkçası ama kısaca argümanları yazacağım.
Argümanları yazmadan önce mevzuyu anlatayım. Eveksenli çalışan kadınlar, yüzyıllardır var olan birşey. Evde üretip dışarıya vermek. Oya, örgü vs. de olabiliyor, neoliberalizm dönüşüm sürecinde motor üretimi, bilgisayar üretimi falan da oluyor.( Bu kısmına hala inanamıyorum. Kadınlar TOYOTAdan iş alıyorlar Avcılardaki kooperatifte.) Kooperatif örgütlenmeleri daha araştırmam gerekmesine rağmen yatay gözüküyor anlatılanlara göre. Kararları beraber alıyorlar. Muğladaki kooperatif olamamış grup ne iş gelse yaparız çünkü iş yok diyor, çocuğun yemek yemesi lazım diyor. Ben kadının karşısına geçip ama neoliberalizme hizmet ediyorsun sen esnek çalışma saatlerine ev içerisinde girip ve çok az ücret alıp falan diyemiyorsun. Mevzu çok basit insan aç kalırsa neoliberalizm yüzündenmiş değilmiş o kadar da düşünmez. Düşünse bile karşı çıkma yolları çok zordur. Neyse mevzuda herkesin mutabakata vardığı şey ev içi emeğin değerli olduğu, yemek yapmaktan, çocuk bakmaya kadar ama bunların kadınların asli ve doğal görevleri olarak dayatılmasının çok sorunlu olduğu. Bunu anlıyorum. Sosyal devlet sosyal güvenlik aktarımını kestikçe bu yük aileye ve en çok da kadınlara patlıyor bunda da herkes mutabık sayılır.
Sonra iş almak için kooperatifleşen kadınlara geliyor sıra. İşte büyük ikilem burada: Siz neoliberalizmin dayattığı esnek çalışma ve en düşük ücret durumuna el veriyorsunuz, üstüne üstlük patriarkanın dayattığı evden çıkmayacaksın tavrını yeniden üretiyorsunuz. Eveksenli çalışan kadınlara destek vermek bunu getirmiyor mu?
Karşı cevap: Hayır getirmiyor. Sosyalleşmek için evden çıkmak zorunda değiliz, kooperatif içerisinde zaten dönüşüyoruz. Az para alıyoruz ama ücreti beraber belirliyoruz. Dışarıda çalışan kadınla evde çalışan kadın ayrımını yaptığınız için bize üstten konuşuyorsunuz. Eveksenli çalışıyoruz o kdara okumadık diye bizi yok sayamazsınız.
Karşı cevap 2: Eveksenli çalışan kadınlar realite. Olan duruma müdahale edilmeis gerekir. O yüzden devletten sosyal güvence talep ediyoruz sadece kadınlara destek olmuyoruz, örgütlenme nedeni sosyal güvenlik talebi vs vs vs .
Daha ayrıntılı anlatırım da hakikaten kafa karıştırıcı duruşumu netleştiremediğim bir tartışma yürüdü. Sadece bazı kadınların otoriter üstten tavırları sinir bozucuydu. Söylemeden geçemeyeceğim.
Öyle.
Argümanları yazmadan önce mevzuyu anlatayım. Eveksenli çalışan kadınlar, yüzyıllardır var olan birşey. Evde üretip dışarıya vermek. Oya, örgü vs. de olabiliyor, neoliberalizm dönüşüm sürecinde motor üretimi, bilgisayar üretimi falan da oluyor.( Bu kısmına hala inanamıyorum. Kadınlar TOYOTAdan iş alıyorlar Avcılardaki kooperatifte.) Kooperatif örgütlenmeleri daha araştırmam gerekmesine rağmen yatay gözüküyor anlatılanlara göre. Kararları beraber alıyorlar. Muğladaki kooperatif olamamış grup ne iş gelse yaparız çünkü iş yok diyor, çocuğun yemek yemesi lazım diyor. Ben kadının karşısına geçip ama neoliberalizme hizmet ediyorsun sen esnek çalışma saatlerine ev içerisinde girip ve çok az ücret alıp falan diyemiyorsun. Mevzu çok basit insan aç kalırsa neoliberalizm yüzündenmiş değilmiş o kadar da düşünmez. Düşünse bile karşı çıkma yolları çok zordur. Neyse mevzuda herkesin mutabakata vardığı şey ev içi emeğin değerli olduğu, yemek yapmaktan, çocuk bakmaya kadar ama bunların kadınların asli ve doğal görevleri olarak dayatılmasının çok sorunlu olduğu. Bunu anlıyorum. Sosyal devlet sosyal güvenlik aktarımını kestikçe bu yük aileye ve en çok da kadınlara patlıyor bunda da herkes mutabık sayılır.
Sonra iş almak için kooperatifleşen kadınlara geliyor sıra. İşte büyük ikilem burada: Siz neoliberalizmin dayattığı esnek çalışma ve en düşük ücret durumuna el veriyorsunuz, üstüne üstlük patriarkanın dayattığı evden çıkmayacaksın tavrını yeniden üretiyorsunuz. Eveksenli çalışan kadınlara destek vermek bunu getirmiyor mu?
Karşı cevap: Hayır getirmiyor. Sosyalleşmek için evden çıkmak zorunda değiliz, kooperatif içerisinde zaten dönüşüyoruz. Az para alıyoruz ama ücreti beraber belirliyoruz. Dışarıda çalışan kadınla evde çalışan kadın ayrımını yaptığınız için bize üstten konuşuyorsunuz. Eveksenli çalışıyoruz o kdara okumadık diye bizi yok sayamazsınız.
Karşı cevap 2: Eveksenli çalışan kadınlar realite. Olan duruma müdahale edilmeis gerekir. O yüzden devletten sosyal güvence talep ediyoruz sadece kadınlara destek olmuyoruz, örgütlenme nedeni sosyal güvenlik talebi vs vs vs .
Daha ayrıntılı anlatırım da hakikaten kafa karıştırıcı duruşumu netleştiremediğim bir tartışma yürüdü. Sadece bazı kadınların otoriter üstten tavırları sinir bozucuydu. Söylemeden geçemeyeceğim.
Öyle.
Wednesday, April 2, 2008
Tuesday, April 1, 2008
Ertuğrul Kürkçü-Kızıldere Üzerine
Kızıldere Katliamından 36 Yıl Sonra Ertuğrul Kürkçü Anlatıyor...
"Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkanına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı yıkmadıkça mümkün olamayacağı."
BİA Haber Merkezi
29 Mart 2008, Cumartesi
Emine ÖZCAN
12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar.
Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı.
bianet Kürkçü’yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştu, ona bugün’den bakınca Kızıldere’yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sordu.
Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?
Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim "önemli, sorunlu, yasak günler" takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi.
Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz.
68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye’deki durum ile örneğin Kore’deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore’nin bugününe bakarak, Kore’nin 60’lar 70’lerdeki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.
Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizasyonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum. Tabii Türkiye örneğin Almanya’ya göre iktisadi gelişme düzeyi daha geri bir ülke olduğundan bunlar daha hoyratça yollarla yapılıyor. Başka yerlerde daha sofistike yöntemlerle. Ama genelde 1990-2000 arasında kitle mücadelesinde bir düşüş yaşandı.
Öte yandan şaka değil, Türkiye’de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.
Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamalı. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanların her bir anının piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.
O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir?
Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu.
Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.
İkinci mesele Siyasi İslamın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.
Aynı şekilde Kürt milli kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında "imiş" gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündaydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.
Kent yaşamındaki değişiklikler de buna yol açtı. Eskiden zengin ve yoksul aşağı yukarı aynı mahallede yaşıyordu. Şimdi kentler yeniden kurulur, "dönüştürülürken" sınıflar kent arazisi üzerinde tamamen kendilerine ait özel mekanlara yerleşti. Şimdi burjuvazinin nerede yaşadığını bilemezsiniz, evlerinin önünden geçemiyorsunuz. Küreselleşme dünyanın bütün zenginleriyle yoksullarını da küresel olarak ayrıştırdı onlarla mekanda karşı karşıya ilişki de görünmez oldu.
Görünmemesi imkansız olan tek şey yoksulluğun bütün dünyayı sarıyor olması.
İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasını yol açıyor.
Sizi Kızıldere’ye götüren güç neydi?
Engels’in lafını hatırlamak önemli:
"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."
Kızıldere’ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yanlış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has’ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayınladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var.
Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere’ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine imkan vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kolları bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı.
Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.
Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkemesi’nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor.
Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa’da Ankara’dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa’dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.
Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.
Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı?
Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp dadeğerlendirdiğinizde gördüğünüz 11 devrimci, onların rehin aldığı üç yabancıteknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izoleolmuş silahlı isyancı grubu.
Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünküaslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye’nin tamamına baktığınızda Türkiye HalkKurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) –Kızıldere’de ölenlerin sekizi kişi oradangeliyordu- Türkiye’nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyükpolitik kaynağa dayanıyordu.
Biri İşçi Partisi içindeki “devrimci TİPmuhalefeti”ne, ikincisi Devrimci Gençlik’e (Dev Genç) dayanıyordu.
Silahlıkuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılararasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştandaha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12Mart’ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi,hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle birebirilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğinbüzüşmesine yol açtı.
Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncügerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler,kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlerebaktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.
Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerleilgili bölüm değişmedi. Kitleler "öncü" darbe indirdiği zaman değil, yenildiğizaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere’de arkadaşlarımızın yokedilmesi arkasından Denizler’in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna,şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma,yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C’nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygınbir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.
Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenciolanlar meslek edinmiş, Türkiye’ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorularadoğru cevapları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya’daki KızılTugaylarınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bubüyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleyegirişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü birhareket olmamız.
O nedenle 1971-72’deki çıkışın Türkiye Sosyalist hareketinde –THKP-C’ninyanına THKO ve TİKKO’yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldiksiyasetin dışına çıkışın imkanlarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Buçabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önemtaşıdığını düşünüyorum.
Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?
Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışardan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.
36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yalıtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi.
Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir "komünizm projesi" var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak.
Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır…" saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor.
Kendi kişisel mücadelenizle değerlendirince bianet’i nereye koyuyorsunuz?
Az önce bahsettiğimiz ikna, hegemonya mekanizmaları kitlelerin bilincinin yeniden üretildiği yerde kuruluyor. Bu mekanizmaların işleyişine müdahale edemediğinizde sistematik bir bilgi akışı kurulamıyor. Yaygın medyanın bir dezenformasyon süreci olarak nasıl çalıştığını, nasıl gerçeğin sadece ve ara sıra bir kısmını sunduğunu, insanların gerçeğin geri kalanınıysa tahmin ederek, el yordamıyla, göz kararıyla bulmaya çalıştıklarını, bizi her zaman parçalı bir düşünce yapısına mahkum kılan bir enformasyon yapısının hakimiyeti altında yaşadığımız görüyoruz.
Bu bütün televizyon istasyonlarını havaya uçurarak önlenemez. Bu kendi iletişim zeminimizin de ortadan kaldırılması olur. Bizim bir karşı iletişim alanı yaratmamız gerekir.
O nedenle şimdi birlikte yaptığımız işi insanların kendileri ve hayatları hakkında karar verebilmeleri için, gazetecilerin gazeteciliği yeniden kendilerine yaraşır bir meslek gibi kurmaları için giriştiğimiz bir ortak çaba olarak görüyorum... Bu tarz çabalar olmadan bilginin, bilincin yeniden üretimi gerçekleşemeyecek. Egemen bilgiye bir seçenek sunulamayacak. Bunu idrak ettiğim için bu böyle.
Şu sorulabilir: O kadar iş varken neden bu?
Kimse yapmayınca mecburen yapıyoruz. Bu işler kısmen yaygın medyadan bir beklentisi olmayan, onla iyi geçinmek için sebebi olmayan, ona geri dönme beklentisi olmayan insanlara düşüyor. Hem hayatımızı sürdürmek hem sürdürürken kendimize yabancılaşmamak, hem de toplumun aktif, değişimden yana tabaklarına uzanan bir bilgi kanalı kurabilmek için yaptığımız bu işle 36 yıl önce yaptıklarım arasında özce bir fark görmüyorum.
Hayat ne siyasi mücadeleden ne de iletişim hikayesinden ibaret. Sosyal mücadelenin bütün ögelerini birden dönüştürmeye ihtiyacımız apaçık ortada.
Dolayısıyla bianet’te çalışmak, bianet’ten çıkınca siyasi yayınlarla, sosyalist hareketin kendini yeniden kurması için yapılması gereken işlerle uğraşmak birbirine yabancı değil. Bunların hepsini birbiriyle ilişikilendirmek için de yeni bir iletişim düzeneği oluşturmak çok önemli. Tıpkı grev yapmak, politik parti kurmak, mahalle derneği oluşturmak kadar önemli.
Bence kapitalizmin hakimiyet ilişkilerine karşı getirilmiş her düzeydeki bütün itirazlar çok devrimcidir ve ancak bunları piyasanın dışında bir iletişim mekanizmasıyla birbirine bağladığımız zaman sonuç alabiliriz. (EZÖ/GG)
"Kızıldere sürecinin önemi alışılagelenin dışında bir siyaset imkanına ışık tutması; bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından oynadığı tarihsel rol. Öğrendiğim en önemli şey bir devrimin toplumsal ve siyasal yapıyı yıkmadıkça mümkün olamayacağı."
BİA Haber Merkezi
29 Mart 2008, Cumartesi
Emine ÖZCAN
12 Mart muhtırası sonrasında devlet şiddeti artarken bundan 36 yıl önce Türkiye Halk Kurtuluş Parti-Cephesi (THKP-C) ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanı 11 kişi Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idamını engellemeye çalışırken Tokat'ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar.
Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna güvenlik güçlerince öldürüldü; Ertuğrul Kürkçü yakalandı.
bianet Kürkçü’yle 68 hareketinden bugüne toplumsal dinamikler üzerine konuştu, ona bugün’den bakınca Kızıldere’yi ve onun hayatında nasıl yer ettiğini sordu.
Sol mücadelede Kızıldere'nin durduğu yer bir kenara, bugün ODTÜ'de öğrenciler Kızıldere pankartı açtıkları için gözaltına alınıyor. Hâlâ anmalara davalar açılıyor. Toplumsal olarak Kızıldere ne anlama geliyor?
Rejim açısından, Kızıldere'de hayatlarını kaybedenlerin amaçları, hedefleri ve eylemleri, aradan 36 yıl geçse de suç olmaktan çıkmadı. O nedenle onlar böyle bir başlangıcın ayak izlerinin takip edilmesini hep bir sorun olarak gördüler. Anlaşılan o ki, sorun olarak görmeye de devam edecekler. 35 yıldır rejim "önemli, sorunlu, yasak günler" takviminde de 30 Mart'ı kırmızı harflerle yazmaktan vazgeçmedi.
Gençlerin bu mücadeleye saygılarını, onun takipçisi olduklarını dile getirme arzularını önemli buluyorum. Çünkü 10 insanı ortadan kaldırmakla milyonlarca insanın davasının ortadan kaldırılmış olamayacağını bir kez daha ortaya koymuş oluyorlar. Bunun altının çizilmesi, gösterilmesi çok önemli. Umduğumuz ve beklediğimiz şey, belki de bu mücadelelerin sonucunda; geçmişin devrimci mücadelelerine saygı göstermenin suç olmaktan çıkacağı, insanların duygu ve anılarını özgürce yaşabilecekleri bir zamanın gelmesi. Ama öyle görünüyor ki hâlâ o zamanda değiliz.
68 gençliğine bakınca aktif bir kuşak var. Bugünse gençler popüler kültürün etkisinde. Toplumsal meseleler bu kadar gündemdeyken bu kuşağın kendini ifade etme yollarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bu kıyaslamalar yapıldığında çokça söylemiş olduğum gibi dönemler arasında dünya çapında karakteristik farklar var. Türkiye’deki durum ile örneğin Kore’deki durumu karşılaştırdığımızda eminim Kore’nin bugününe bakarak, Kore’nin 60’lar 70’lerdeki durumuyla da ilgili benzer çıkarsamalar yapmak mümkün. Küresel bir meseleyle yüz yüzeyiz.
Bu, aradan geçen 40 yılda gençliğin depolitizasyonu için çok özgül mekanizmaların geliştirilmiş olması ve bu alanın ciddi bir biçimde kuşatılmış olmasıyla ilgili bir durum. Tabii Türkiye örneğin Almanya’ya göre iktisadi gelişme düzeyi daha geri bir ülke olduğundan bunlar daha hoyratça yollarla yapılıyor. Başka yerlerde daha sofistike yöntemlerle. Ama genelde 1990-2000 arasında kitle mücadelesinde bir düşüş yaşandı.
Öte yandan şaka değil, Türkiye’de son 15-20 yılda 30 bin insan hayatını kaybetti. Neredeyse tamamı 20-30 yaş arası genç insanlardı. Dolayısıyla "Gençler tepki göstermiyor" demek de doğru değil. Fakat bu 1968 model bir tepki de değil. Bugünkü koşullar başka gençleri başka bir şekilde mücadeleye katıyor. Üretmek, savaşmak, çalışmak bunlar söz konusu olunca dünya nüfusu hâlâ gençliğin çabasına muhtaç.
Ama toplumsal, politik değişim projesi sadece gençlerden sorulmamalı. Ortada hareket halinde bir proje olsa onlar da dahil olabilirler. Gençleri de içine alan daha büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Özellikle pop kültürün giderek endüstrileşmesi sonucunda gençlerin merak, ilgi ve heyecanların her bir anının piyasa nesnesi haline gelip, her bir etkinlik piyasa tarafından denetlendiği için şimdi genç olmanın 68'de genç olmaktan daha zor olduğunu düşünüyorum.
O yıllardaki toplumsal mücadeleyi ayakta tutan damar neydi, bugün ne olabilir?
Sömürüye karşı mücadelenin haklılığı duygusunun yaygın olmasıydı. Genel olarak sömürüye karşı mücadelenin gerekliliği halkın vicdanında, halkın bilincinde yer tutan ve emekçiyle sosyalist düşünce arasında bağ kurmaya yardımcı olan en önemli algıydı. Hakikat yine aynı yerde yatıyor. Fakat 1980 sonrası bu algıda dağılma oldu.
Özal dönemi politikaları dediğimiz çalarak, çırparak, üretmeyerek para kazanmanın mümkün olduğu duygusu, gri ekonomi denilen ekonominin merkeze yerleşmesi toplumda hedef kaybına yol açtı. Bu hal, üretim ve sömürü arasındaki büyük çelişkiyi ve insanların üretimi dönüştürmeksizin kendilerini dönüştüremeyeceklerine dair zorunlu, mantıki bilgiyi hem görünmez kıldı hem değersizleştirdi. Arınmaya ihtiyaç var. Üretim ile dünyanın değişim süreci arasındaki bağın insanlara yeniden anlatılması gerekiyor.
İkinci mesele Siyasi İslamın zuhur etmesi. Siyasi İslam boşlukta kalan, umutsuz insanlara bugünkü sorunlarını aşmak için öte dünyada bir yer vaat ediyor. Sıkıntılar içindeki insanlara öte dünya bir kurtuluş vaadi olarak görünüyor. Aynı cemaatin içine gömülen patronla işçi arasındaki sınıf karşıtlığı örtülüyor. Bu da algı kaybına yol açıyor.
Aynı şekilde Kürt milli kimliği etrafında oluşan yeni kutuplaşma da Kürt patronla Kürt işçi arasındaki sömürü ilişkilerini örttü. Asıl ana akıntı bir bütün olarak üretim süreci dışında "imiş" gibi göründü, görünmezleşti. Eskiden bütün bunlar çok daha gözönündaydi. Emek, sermaye, sömürü, faşizm dendiğinde ne denmek istendiği çok daha anlaşırdı. Şimdi daha buğulu bir hal var. Bunu gidermemiz gerekiyor.
Kent yaşamındaki değişiklikler de buna yol açtı. Eskiden zengin ve yoksul aşağı yukarı aynı mahallede yaşıyordu. Şimdi kentler yeniden kurulur, "dönüştürülürken" sınıflar kent arazisi üzerinde tamamen kendilerine ait özel mekanlara yerleşti. Şimdi burjuvazinin nerede yaşadığını bilemezsiniz, evlerinin önünden geçemiyorsunuz. Küreselleşme dünyanın bütün zenginleriyle yoksullarını da küresel olarak ayrıştırdı onlarla mekanda karşı karşıya ilişki de görünmez oldu.
Görünmemesi imkansız olan tek şey yoksulluğun bütün dünyayı sarıyor olması.
İki dönem arasındaki en önemli fark devrimci faaliyetin kapasitesinin daralmış, etkili olabileceği yolları kaybetmiş olması, kendini emekçi ve yoksulların dünyasında yeniden kurmak yerine, merkezde aslında kendine ait olmayan yerde inşa etmeye çalışması bütün mücadelelere mağlup başlamasını yol açıyor.
Sizi Kızıldere’ye götüren güç neydi?
Engels’in lafını hatırlamak önemli:
"Ayaklanmayla oynamaya gelmez. Bir kere başlandı mı sonuna kadar gidilmelidir ve her gün yeni zaferler kazanmaksızın da sürdürülemez."
Kızıldere’ye bizi götüren şey bir kere ayaklanmış olmamızla ilgili. Geriye dönüp bakınca doğru/yanlış/kısmen doğru/kısmen yanlış diye birden çok şey söylenebilir. Ama şu hakikat değişmez. Denizler Amerikalı erleri kaçırdığında, biz Mete Has’ı kaçırdığımızda, Efraim Elrom'u kaçırıp deklarasyonlarımızı yayınladığımızda bir silahlı ayaklanmayı başlatmış olduk. Bunun kendi dinamiği, süreci ve ahlakı var.
Çoğu kez bu ayaklanmayı başlatmış olmanın kendisi aslında başka koşullarda yerinde ve mantıklı bulmayacağınız şeyleri etik olarak yapmaksızın edemeyeceğiniz bir sorun haline dönüşebiliyor. Bizi Kızıldere’ye götüren şey Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmelerine imkan vermemek, onların asılmalarını öylece elleri kolları bağlı şekilde izlemek yerine bir şey yaparak onu durdurmak kastıydı.
Bu yolla durdurulabilir miydi? Bu başka soru.
Ama bu yolla durdurmaya çalışmanın başka yollardan sağlanacak etkiyi azaltmış olabileceğini, mesela imza kampanyası ya da Anayasa Mahkemesi’nin kararı yoluyla durdurma olanaklarını zayıflatmış olabileceğini savunanlar da var. Ama aslında hayat bunun görünüşte böyle olduğunu, özde infazların bir rejim kararı olduğunu gösteriyor.
Peki bu irade bu kadar güçlüyken buna böyle karşı konabilir miydi? Burada kısmen bizim içine düştüğümüz bir açmazın rolü var. Biz -Denizleri kurtarmak için harekete geçenler- Fatsa’da Ankara’dan gelen birliklerin sıkıştırması altında kaldık. Kendimizi Fatsa’dan çıkarmak zorunda kaldık. Gideceğimiz yerde politik bir çıkış için bir hedef yoktu. Ya orada son rehineleri alacaktık ya da almayacaktık. Oy çokluğuyla alma yolu tutuldu.
Demek ki mesele bizim açımızdan isyanı sonuna kadar taşımak ve bu isyanda tutsak düşmüş olanların ortadan kaldırılmalarına seyirci kalmamak için yapabileceği son şeyi yapmak tercihiydi. Bunun pratik bir politik karşılığı olmayabilir. Fakat o an için bunlar önemli olmaktan çıkmıştı.
Kızıldere sürecinde toplumun diğer kesimleriyle kurulan ilişki nasıldı?
Olayı sadece bir fotoğraf karesine bakıp dadeğerlendirdiğinizde gördüğünüz 11 devrimci, onların rehin aldığı üç yabancıteknisyen ve bir köy evi ile olayı dışarıdan seyreden köylüler. Tamamen izoleolmuş silahlı isyancı grubu.
Fakat bu fotoğraf, filmin tamamı değil. Çünküaslında gerek o bölgeye, gerekse Türkiye’nin tamamına baktığınızda Türkiye HalkKurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) –Kızıldere’de ölenlerin sekizi kişi oradangeliyordu- Türkiye’nin her yerinde yandaşları olan, etkisi olan iki büyükpolitik kaynağa dayanıyordu.
Biri İşçi Partisi içindeki “devrimci TİPmuhalefeti”ne, ikincisi Devrimci Gençlik’e (Dev Genç) dayanıyordu.
Silahlıkuvvetlerde, mimar ve mühendisler arasında, köylüler arasında, sendikacılararasındaki desteğe de bakınca bugün kendine partiyim diyen pek çok kuruluştandaha fazla insanı çekip çeviren, seferber eden bir arka plana sahipti. Zaten 12Mart’ın hemen ardından başlayarak yaklaşık iki yıl boyunca hem faaliyette bulunabilmesi,hem de takipleri, tevkifatı atlatabilmesi sahip olduğu bu zeminle birebirilgiliydi. Baskıların hiç etkisiz olduğunu söylemek zor. Bu baskı desteğinbüzüşmesine yol açtı.
Mahir Çayan kendi tezlerini kaleme aldığında "Öncügerillalar rejime vurdukları darbelerle onun nasıl sarsılabilir olduğunu gösterecekler,kitleler onun nasıl sarsılabilir olduğunu gördükten, kazandığı zaferlerebaktıktan sonlara onlara sempati duyacaklar, mücadeleye katılacaklar" demişti.
Aslında gelişme bunun tam tersi oldu. Fakat kitlelerleilgili bölüm değişmedi. Kitleler "öncü" darbe indirdiği zaman değil, yenildiğizaman devrimcilere sempati gösterdiler. Önce Kızıldere’de arkadaşlarımızın yokedilmesi arkasından Denizler’in idamı Türkiye çapında sağcısından solcusuna,şehirlisinden köylüsüne kimsenin vicdanına sinmedi. Çok hızla bir acıma,yazıklanma ve sevgi dalgası yarattı. THKP-C’nin sahip olduğu yaygın insan teması, iki yıl sonra af çıkıncaya kadar, yaygınbir cephe sempatizanları topluluğu yaratmıştı.
Bu tamamen de kendi kendine olmadı. İki yıl önce öğrenciolanlar meslek edinmiş, Türkiye’ye dağılmışlar ve gittikleri yerde sorularadoğru cevapları vermeyi başarabilmişlerdi. Bizim hikayemizi İtalya’daki KızılTugaylarınkinden ya da Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu'nun hikayesinden ayıran en önemli yan bubüyük kitle hareketi içerisinden gelen, ondan ayrılarak silahlı mücadeleyegirişen, yenilgiden sonra tekrar onların arasına dönen çok yönlü, çok yüzlü birhareket olmamız.
O nedenle 1971-72’deki çıkışın Türkiye Sosyalist hareketinde –THKP-C’ninyanına THKO ve TİKKO’yu da katıyorum- oynadığı en esaslı rol alışılageldiksiyasetin dışına çıkışın imkanlarına ışık tutmasıdır. Bir kopuş denemesidir. Buçabanın bir devrimci kitle hareketi yaratılması açısından tarihsel bir önemtaşıdığını düşünüyorum.
Bütün bu süreçte sizin öğrendiğiniz şey ne oldu?
Benim öğrendiğim en önemli şey bir devrimin var olan toplumsal ve siyasal yapıyı kökten yıkmadıkça mümkün olamayacağı konusundaki temel tezin doğrulanmış olması. Öte yandan bunu gerçekleştirmenin sadece politik mücadele yoluyla ve sadece zor yoluyla değil, ikna mekanizmalarının da işletildiği, kültürel alanı kateden, sermayenin hegemonyasını dışardan kuşatan bir dizi etkinlikler toplamını gerektirdiğini anladığımı söyleyebilirim.
36 yıldan söz ediyoruz. 36 yıl boyunca, eğer yakın tarihe göz atacak olursak sistemin ne kadar direngen ve esnek olabildiğini görebiliriz. Burada en önemli şey kitlelerin zihninde var olan sistemin yıkılmazlığına duyulan derin güven ya da yıkıldığında kendilerinin de dünyalarının çökeceğine dair mistik inanç. Bununla başa çıkmazsızın girişilecek her şey yalıtık ya da kısmi kalmaya mahkum gibi.
Ama öte yandan öbür kutupta da herkesin içinde kendine ait bir "komünizm projesi" var: Eşitlik ve adalet arayışının içinde gerçekleşeceği hayali bir ülkesi var herkesin. Siyaset bence bu hayalin sistematik, herkes için kabul edilebilir, ortaklaştırılabilir bir projeye döndürülmesi demek. Bu önemli. Ezbere programların işe yaramadığını görüyorum. Önemli olan emekçiler ve yoksullarla birlikte çalışarak, birlikte deneyerek bu hayalden bir program çıkarmak.
Ben en başta ezberden söylediğimiz "devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır…" saptamasının hakikatte tam da böyle olduğunu sınadığım 40 yıl geçirdim. Bir dağın tepesine çıkmak için kimi zaman olduğunuz yerden ters yöne, aşağı doğru yürüyerek yeni yollar bulmak gerekebiliyor.
Kendi kişisel mücadelenizle değerlendirince bianet’i nereye koyuyorsunuz?
Az önce bahsettiğimiz ikna, hegemonya mekanizmaları kitlelerin bilincinin yeniden üretildiği yerde kuruluyor. Bu mekanizmaların işleyişine müdahale edemediğinizde sistematik bir bilgi akışı kurulamıyor. Yaygın medyanın bir dezenformasyon süreci olarak nasıl çalıştığını, nasıl gerçeğin sadece ve ara sıra bir kısmını sunduğunu, insanların gerçeğin geri kalanınıysa tahmin ederek, el yordamıyla, göz kararıyla bulmaya çalıştıklarını, bizi her zaman parçalı bir düşünce yapısına mahkum kılan bir enformasyon yapısının hakimiyeti altında yaşadığımız görüyoruz.
Bu bütün televizyon istasyonlarını havaya uçurarak önlenemez. Bu kendi iletişim zeminimizin de ortadan kaldırılması olur. Bizim bir karşı iletişim alanı yaratmamız gerekir.
O nedenle şimdi birlikte yaptığımız işi insanların kendileri ve hayatları hakkında karar verebilmeleri için, gazetecilerin gazeteciliği yeniden kendilerine yaraşır bir meslek gibi kurmaları için giriştiğimiz bir ortak çaba olarak görüyorum... Bu tarz çabalar olmadan bilginin, bilincin yeniden üretimi gerçekleşemeyecek. Egemen bilgiye bir seçenek sunulamayacak. Bunu idrak ettiğim için bu böyle.
Şu sorulabilir: O kadar iş varken neden bu?
Kimse yapmayınca mecburen yapıyoruz. Bu işler kısmen yaygın medyadan bir beklentisi olmayan, onla iyi geçinmek için sebebi olmayan, ona geri dönme beklentisi olmayan insanlara düşüyor. Hem hayatımızı sürdürmek hem sürdürürken kendimize yabancılaşmamak, hem de toplumun aktif, değişimden yana tabaklarına uzanan bir bilgi kanalı kurabilmek için yaptığımız bu işle 36 yıl önce yaptıklarım arasında özce bir fark görmüyorum.
Hayat ne siyasi mücadeleden ne de iletişim hikayesinden ibaret. Sosyal mücadelenin bütün ögelerini birden dönüştürmeye ihtiyacımız apaçık ortada.
Dolayısıyla bianet’te çalışmak, bianet’ten çıkınca siyasi yayınlarla, sosyalist hareketin kendini yeniden kurması için yapılması gereken işlerle uğraşmak birbirine yabancı değil. Bunların hepsini birbiriyle ilişikilendirmek için de yeni bir iletişim düzeneği oluşturmak çok önemli. Tıpkı grev yapmak, politik parti kurmak, mahalle derneği oluşturmak kadar önemli.
Bence kapitalizmin hakimiyet ilişkilerine karşı getirilmiş her düzeydeki bütün itirazlar çok devrimcidir ve ancak bunları piyasanın dışında bir iletişim mekanizmasıyla birbirine bağladığımız zaman sonuç alabiliriz. (EZÖ/GG)
Kadın Emeği ve İstihdamı Girimi Raporu/5-6 Nisan Kadın Emeği Kurultayı
Raporun linki bu, hakikaten çok güzel olmuş:
http://sosyalhaklar.org/keig_rapor/SSGSS_10mart2008_web.pdf
Bir de bir de:
Kadın emeği kurultayı
İstanbul'da 5 Nisan tarihinde "Neoliberal düzenlemeler ve kadın emeği üzerine etkileri" konulu bir forum düzenleniyor. İl dışından da katılımcıların olacağı forumda neo-liberal dönüşümlerin ücretli kadın emeği üzerine etkileri ve bu düzenlemelerin ev içi emeğe yansımaları hakkında tartışmalar yürütülecek.
Kadın Emeği Kurultayı, Novamed dayanışma kampanyası sırasında bir araya gelen kadınların oluşturduğu bir grup kadının çalışmasıdır. Kurultay ulaşım ve konaklama masrafları katılımcılara aittir. Ancak konaklama olanağı olmayan kadınlar icin sendika misafirhaneleri ile görüşülecektir. Bunu için kadinemegikurultay@yahoo.com.tr adresine konaklama taleplerini atabilirler.
Kurultay Programı
Neoliberal dönüşümler karşısında kadın emeği
5 Nisan Cumartesi
9.30-17.00
Panel 1
-Neoliberal dönüşümler ve ücretli kadın emeği (Dilek Hattatoğlu)
-Neoliberalizm ücretli kadın emeği ve sendikalar (Sevgi Göğçe)
-Neoliberal dönüşümler ve yasal düzenlemeler (Meriç Eyüboğlu)
Panel 2
-Neoliberal dönüşümlerin ev içi emeğe yansımaları (Yelda Yücel)
-Savaş, göç ve Kürt kadın emeği (Handan Çağlayan)
-Ev içi emek ve bakım emeğinin niteliği (Gülnur Savran)
-FORUM
İletişim: kadinemegikurultay@yahoo.com.tr
Adres: Petrol İş Sendikası Altunizade mh. Kuşbakışı cd. No:25 Üsküdar/İstanbul
http://sosyalhaklar.org/keig_rapor/SSGSS_10mart2008_web.pdf
Bir de bir de:
Kadın emeği kurultayı
İstanbul'da 5 Nisan tarihinde "Neoliberal düzenlemeler ve kadın emeği üzerine etkileri" konulu bir forum düzenleniyor. İl dışından da katılımcıların olacağı forumda neo-liberal dönüşümlerin ücretli kadın emeği üzerine etkileri ve bu düzenlemelerin ev içi emeğe yansımaları hakkında tartışmalar yürütülecek.
Kadın Emeği Kurultayı, Novamed dayanışma kampanyası sırasında bir araya gelen kadınların oluşturduğu bir grup kadının çalışmasıdır. Kurultay ulaşım ve konaklama masrafları katılımcılara aittir. Ancak konaklama olanağı olmayan kadınlar icin sendika misafirhaneleri ile görüşülecektir. Bunu için kadinemegikurultay@yahoo.com.tr adresine konaklama taleplerini atabilirler.
Kurultay Programı
Neoliberal dönüşümler karşısında kadın emeği
5 Nisan Cumartesi
9.30-17.00
Panel 1
-Neoliberal dönüşümler ve ücretli kadın emeği (Dilek Hattatoğlu)
-Neoliberalizm ücretli kadın emeği ve sendikalar (Sevgi Göğçe)
-Neoliberal dönüşümler ve yasal düzenlemeler (Meriç Eyüboğlu)
Panel 2
-Neoliberal dönüşümlerin ev içi emeğe yansımaları (Yelda Yücel)
-Savaş, göç ve Kürt kadın emeği (Handan Çağlayan)
-Ev içi emek ve bakım emeğinin niteliği (Gülnur Savran)
-FORUM
İletişim: kadinemegikurultay@yahoo.com.tr
Adres: Petrol İş Sendikası Altunizade mh. Kuşbakışı cd. No:25 Üsküdar/İstanbul
Friday, March 28, 2008
kendime sorular ve cevapları...
Bilmiyorum. Sürekli her yerde yeterince radikal olmamakla itham ediliyorum. Haklılar belki de içimde yok. Bir dakika: Ben inanılmaz devrimci bir aileye doğmadım. Zaten kendimi bilmeye başladığımdan beri de sivil toplumcu (o ne demekse) oldum -ki yani sivil toplum dediğin böyle eciş bücüş sisteme hizmet etmekten başka işi olmayan kişilerin toplamından oluşuyor- yani zaten olamam. İçine doğduğum ve sonrasında da sosyalleştiğim ortamlar müsait değil o kadar radikal, pür-i pak düşünmeye.
Yok benden zaten solcu da olmaz, daha devlet ağzından çıkamadım:)
Ciddileşiyorum. Ben ne taraftayım? Nedir hakikaten? Sorup duruyorum. Düşünüyorum. Samimiyim, düşünüyorum. Ne yapmak istiyorum, niye yapmak istiyorum, etrafımdaki insanları gözlemliyorum, onlar ne istiyor, niye yapmak istiyor diye diye diye...
Soru bir: Gerçekten birşey değiştirmek istiyor muyuz? Ben istiyor muyum? Sen istiyor musun?
Soru iki: Neyi değiştirmek istiyorsun eğer cevabın birinci soruya evetse.
Soru üç: O değiştirmek istediğin şey ya da şeyleri nasıl değiştirebilirsin, nasıl değiştirebilirim?
Hepsi ağır hepsi baba sorular da bazen birinci de tıkanıp kalıyorum. Neyi neden yaptığını anlamaktır yaptığını çoğu zaman daha değerli kılan. Soruyorum işte. Nedir yani?
Cevap bir: Evet gerçekten birşeyleri değiştirmek istiyorum ve bunun birkaç nedeni var. (Yazı analitik oluyor kusura bakmayın, sistematik olan herşeye karşı olamadığım yazdıklarımdan belli değil mi?)Bir nedeni hayatım, kişisel geçmişim, ne bileyim yokluk görmüş olmam birdenbire, sağlıkla eğitimle ilgili dertler. Mağduriyetten öte hayatım boyunca çok çalışmak zorunda kalmamın, iyi öğrenci olamamın nedenleri ekonomik ve sosyal koşullar, en azından çoğu. Birçok insandan şanslı konumda olabilirim ama dershane sınavlarına her girdiğimde acaba tam burs çıkacak mı stresiyle girmekten, annemin dişetinde kist çıkıp da dişi şiştiğinde hastanenin 2,5 sene sonrasına dahi gün verememiş olmasından, okuduğum lisedeki hallerden, hala bir vakıftan burs almadan ve ortaokuldan beri özel ders vermeden hayatın idamesinin zor olmasından vs. vs. vs. Ve tekrar söylüyorum bu mağduriyet değil bir sürü insan bu duruma ya da daha kötülerine tabi zaten. Çok daha kötü yokluk görmüş insanlarla çok tanıştım, muhabbet ettim, dolu. Kendimi de mağdur olarak tanımlamıyorum. Sosyal kapital mi o her neyse adı o her daim üst-orta civarındaydı. Mağduriyetimi ancak kadınlığım üzerinden tanımlayabilirim ki onda da benden çok daha kötü durumda bir sürü kadın var, ben en şanslılarındanım. O yüzden geçiyorum.
Kişisel tarihime devam, Boğaziçi Üniversitesi felsefe ve politika, bir sürü arkadaşım, sevdiğim hocalar vs vs vs. Tabii ki kişilerden etkileniyorum. Ben sosyal bir varlığım çünkü. Onlar olmaya çalışmıyorum çüünküüüü Aydınlanma düşüncesi(ki bu düşünce de iwwwreenç olarak tanımlanıyor bir kısım insan tarafından)benim bir aklım olduğunu ve sosyal ortama bağlı da tanımlasam kendimi bir çeşit kendi kendine düşünüp düşünceleri elekten geçirme becerisini kendimde görmemi sağlıyor. Etrafım ne derse dersin bazen farklı düşünebiliyorum. Şimdi en büyük küfürlerimizden biri geliyor: Evet birey olmaktan bahsediyorum.....(yuhlamalar) Kendime özgü bir pozisyon yaratma durumu daha doğrusu kendime özgü sorulara kendime özgü cevap veriş şekilleri ve yeni sorgulamalar...ve ortaklık kurma çabaları tabii ki...
Yani kişisel tarihim diyor ki, bu durum adil değil,talep etmek zorundasın. Güvendiğin kişiler de benzer şeyler düşünüyor, o kadar şey okudun, Gidişat kötü daha da kötüleşecek materyel gerçeklik. Dünyada olup bitenleri görüp öylece duramazsın. Elinden gelen ne ona bak? Rahat uyumak için, bir çeşit vicdan hissiyle,adalet duygusuyla, bir çeşit sosyal ortamda yaşadığın hislerinle, ne bileyim aidiyet gibi ve belki en önemlisi aklını da esgeçmeden birşeyler yapmaya çalış.
Cevap iki: Neyi değiştireceksin peki? Toplumu mu? Yalan yapamazsın, sosyal mühendis misin sen? Olmak istiyor musun? Hayır. Birilerini aydınlatman mı gerekiyor? Yok hayır. İnsanlarla birşeyler paylaşır ve beraber bir çeşit farkındalık yaşanabilir ama bu birilerinin bilinci yanlış bak şimdi gidicem açılacak bütün zihni gibi bir tavırla zaten olmaz. Hiyerarşi baştan orada dururken, biri zaten hep kendini daha üstün hissediyorken olmaz. Karşındakinden birşeyler kapabileceğine inanıyor musun onunla konuşurken yoksa sadece etkilemeye mi çalışıyorsun, sadece senin düşüncenden daha çok insan mı oluyorsun? Sen tamamen kendini dönüşümden bağımsız mı kılıyorsun? Sadece tebliğ etmekse durum dinden nasıl bir farkı kaldı? vs vs vs...Kendini değiştir o vakit. Eeeee o nasıl olacak? Değiştir işte. Abi nasıl? Hayatımda birşeyler olunca ben değişiyorum, kendimi yolta yolta bağıra bağıra değişiyorum, dönüşüyorum. Genelde çok da acılı oluyor. Pratiklerini değiştir, günlük pratiklerini değiştir diyorlar. O nasıl olacak? Çoğu zaman insanların üzerinde tahakküm kurmamaya çalıştım zaten, daha doğrusu kadın olarak öyle yetiştirildim zaten. Fikrini söylemekle tahakküm kurmak arasındaki farkı bile çok sonra fark ettim. Bütün hayatımı ve kişisel tarihimi bir kenara atıp bambaşka birşey mi kurayım, daha kollektif, daha spontan, daha birşey... Gerçekten kaçımız böyle hayatlar yaşayabiliriz? Gerçekten soruyorum. ben kendimi tahayyül edemiyorum. Zaten içinden çıkmak zamanın mekanın imkansız. Şu zamanı düşünüyorum. He bir de kullandığımız dili değiştirelim, iktidardan başka bir dil kuralım talebi var. Çok saygı duyuyorum da birkaç şeye takılıyorum. Her 'zaman kısıtı' dediğimde ya da 'kitleselleşme' dediğimde ve hatta Tuzla'da ölen işçilerin sayısını öğrenmek istediğimde ( ölen kişilere birer rakama indirgemek gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman ama)iktidar ağzıyla konuşuyorsam bu ülkedeki ve dünyadaki içeriği adalet de olan bir sürü hareket bu kelimelerle konuşuyorlar ve işin tuhafı ne biliyor musunuz? Kelimeler, konseptler üzerine mücadele edilen şeyler, yasalar da öyle. Statik değişmez şeylermişçesine aha bunların hepsi burdan buraya kadar iktidarın dili diye kelimeleri suçlamak bana tuhaf geliyor. İnanılmaz egemen güç çat pat sihir yapıp o konseptleri oraya koymuyor. Her 'İnsan hakları' dediğinizde aklınıza Bush geliyorsa sadece bu çok sorunlu. Gerçek bu değil çünkü. Her yasa kapitalizme hizmet etmez. Her prosedür kötü değil içeriğinden ve bağlamdan bağımsız, Her standardizasyon aynılaştırma getirmez belki eşitlik bile getirebilir birbirini tanımayan insanlar arasında. Bu demek değil bu kelimeler iktidarın malzemesi olmuyor. Oluyor hem de en babasından. Ama yine de olanı tamamen reddetmek bana çözümsüzlüğün dibi gibi geliyor. Olanı dönüştürme mücadelesi ise en yapabileceğim en anlamlı olan gibi geliyor bana. Anayasada 'sendikal hak' diye birşey varsa evet bunu uygulamıyorlarsa inatla, sürekli önünü tıkıyorlarsa kızmamız gereken yasalar değil, kızmamız gereken biziz. Daha çok mücadele etseydin de o yasayı uygualanabilir kılsaydın, devlet üzerinde daha çok söz sahibi olsaydın, daha çok uğraşsaydın. Biliyorum karşı argüman ama yasalar düzelse de gerçekliği değiştirmek başka birşey. EEE herhalde. Yasalar özel mülkiyeti koruyor. EEE EVET. ona müdahale etmek lazım. Eeee evet. Zaten değiştirmek lazım olan durumu elimizdeki olanakların, fırsatların bir kısmını da kullanarak ama. Toptan reddedince aklıma bunları toptan reddedebilecek rahata ve lükse sahip miyiz sorusu geliyor. Allah aşkına sendikal haklar kazanılmış haklardır. Çıkıp sendikanın varlığnı sorgulayınca zaten kötüye gitmekte olan ama yine de elinden birşeyler gelen kurumları tamamen gözden çıkarıyoruz. İnsanlar belli ihtiyaçlar ve stratejiler neticesinde birşeyler kurgulayıp onlar için mücadele etmezler mi? Sadece sendikalar olsun demek değil söylemek istediğim. Varlığı yeter de demiyorum. İçeriğini, örgütlenmesini, kurumun kendisini dönüştürmek varken niye toptan varlığını sorguluyoruz. Uygulamalarını, pratiklerini sorgulayalım hep düşünelim üstüne, teknokrasi, bilginin eşitsiz dağıtımı vs vs vs. Çok hak veriyorum. Bunları oluşturacak kurum içi kurumları, kontrol denge sistemlerini, özeleştiri mekanizmalarını vs. kurmak gerek en demokratiğinden .Bunun için mücadele gerek ama toptan reddetmek değil gibi geliyor bana.
Soru üçe cevap verdim zaten tekrar etmiyorum o yüzden ama dertliyim. Benim durduğum yer neresi, ben ne yapıyorum ne yapmak istiyorum kısmında tıkanıp kalıyorum. Sürekli sürekli sürekli...
Bir tek "gerçek eşitlik, gerçek demokrasi, gerçek adalet" istediğimi biliyorum.
Yok benden zaten solcu da olmaz, daha devlet ağzından çıkamadım:)
Ciddileşiyorum. Ben ne taraftayım? Nedir hakikaten? Sorup duruyorum. Düşünüyorum. Samimiyim, düşünüyorum. Ne yapmak istiyorum, niye yapmak istiyorum, etrafımdaki insanları gözlemliyorum, onlar ne istiyor, niye yapmak istiyor diye diye diye...
Soru bir: Gerçekten birşey değiştirmek istiyor muyuz? Ben istiyor muyum? Sen istiyor musun?
Soru iki: Neyi değiştirmek istiyorsun eğer cevabın birinci soruya evetse.
Soru üç: O değiştirmek istediğin şey ya da şeyleri nasıl değiştirebilirsin, nasıl değiştirebilirim?
Hepsi ağır hepsi baba sorular da bazen birinci de tıkanıp kalıyorum. Neyi neden yaptığını anlamaktır yaptığını çoğu zaman daha değerli kılan. Soruyorum işte. Nedir yani?
Cevap bir: Evet gerçekten birşeyleri değiştirmek istiyorum ve bunun birkaç nedeni var. (Yazı analitik oluyor kusura bakmayın, sistematik olan herşeye karşı olamadığım yazdıklarımdan belli değil mi?)Bir nedeni hayatım, kişisel geçmişim, ne bileyim yokluk görmüş olmam birdenbire, sağlıkla eğitimle ilgili dertler. Mağduriyetten öte hayatım boyunca çok çalışmak zorunda kalmamın, iyi öğrenci olamamın nedenleri ekonomik ve sosyal koşullar, en azından çoğu. Birçok insandan şanslı konumda olabilirim ama dershane sınavlarına her girdiğimde acaba tam burs çıkacak mı stresiyle girmekten, annemin dişetinde kist çıkıp da dişi şiştiğinde hastanenin 2,5 sene sonrasına dahi gün verememiş olmasından, okuduğum lisedeki hallerden, hala bir vakıftan burs almadan ve ortaokuldan beri özel ders vermeden hayatın idamesinin zor olmasından vs. vs. vs. Ve tekrar söylüyorum bu mağduriyet değil bir sürü insan bu duruma ya da daha kötülerine tabi zaten. Çok daha kötü yokluk görmüş insanlarla çok tanıştım, muhabbet ettim, dolu. Kendimi de mağdur olarak tanımlamıyorum. Sosyal kapital mi o her neyse adı o her daim üst-orta civarındaydı. Mağduriyetimi ancak kadınlığım üzerinden tanımlayabilirim ki onda da benden çok daha kötü durumda bir sürü kadın var, ben en şanslılarındanım. O yüzden geçiyorum.
Kişisel tarihime devam, Boğaziçi Üniversitesi felsefe ve politika, bir sürü arkadaşım, sevdiğim hocalar vs vs vs. Tabii ki kişilerden etkileniyorum. Ben sosyal bir varlığım çünkü. Onlar olmaya çalışmıyorum çüünküüüü Aydınlanma düşüncesi(ki bu düşünce de iwwwreenç olarak tanımlanıyor bir kısım insan tarafından)benim bir aklım olduğunu ve sosyal ortama bağlı da tanımlasam kendimi bir çeşit kendi kendine düşünüp düşünceleri elekten geçirme becerisini kendimde görmemi sağlıyor. Etrafım ne derse dersin bazen farklı düşünebiliyorum. Şimdi en büyük küfürlerimizden biri geliyor: Evet birey olmaktan bahsediyorum.....(yuhlamalar) Kendime özgü bir pozisyon yaratma durumu daha doğrusu kendime özgü sorulara kendime özgü cevap veriş şekilleri ve yeni sorgulamalar...ve ortaklık kurma çabaları tabii ki...
Yani kişisel tarihim diyor ki, bu durum adil değil,talep etmek zorundasın. Güvendiğin kişiler de benzer şeyler düşünüyor, o kadar şey okudun, Gidişat kötü daha da kötüleşecek materyel gerçeklik. Dünyada olup bitenleri görüp öylece duramazsın. Elinden gelen ne ona bak? Rahat uyumak için, bir çeşit vicdan hissiyle,adalet duygusuyla, bir çeşit sosyal ortamda yaşadığın hislerinle, ne bileyim aidiyet gibi ve belki en önemlisi aklını da esgeçmeden birşeyler yapmaya çalış.
Cevap iki: Neyi değiştireceksin peki? Toplumu mu? Yalan yapamazsın, sosyal mühendis misin sen? Olmak istiyor musun? Hayır. Birilerini aydınlatman mı gerekiyor? Yok hayır. İnsanlarla birşeyler paylaşır ve beraber bir çeşit farkındalık yaşanabilir ama bu birilerinin bilinci yanlış bak şimdi gidicem açılacak bütün zihni gibi bir tavırla zaten olmaz. Hiyerarşi baştan orada dururken, biri zaten hep kendini daha üstün hissediyorken olmaz. Karşındakinden birşeyler kapabileceğine inanıyor musun onunla konuşurken yoksa sadece etkilemeye mi çalışıyorsun, sadece senin düşüncenden daha çok insan mı oluyorsun? Sen tamamen kendini dönüşümden bağımsız mı kılıyorsun? Sadece tebliğ etmekse durum dinden nasıl bir farkı kaldı? vs vs vs...Kendini değiştir o vakit. Eeeee o nasıl olacak? Değiştir işte. Abi nasıl? Hayatımda birşeyler olunca ben değişiyorum, kendimi yolta yolta bağıra bağıra değişiyorum, dönüşüyorum. Genelde çok da acılı oluyor. Pratiklerini değiştir, günlük pratiklerini değiştir diyorlar. O nasıl olacak? Çoğu zaman insanların üzerinde tahakküm kurmamaya çalıştım zaten, daha doğrusu kadın olarak öyle yetiştirildim zaten. Fikrini söylemekle tahakküm kurmak arasındaki farkı bile çok sonra fark ettim. Bütün hayatımı ve kişisel tarihimi bir kenara atıp bambaşka birşey mi kurayım, daha kollektif, daha spontan, daha birşey... Gerçekten kaçımız böyle hayatlar yaşayabiliriz? Gerçekten soruyorum. ben kendimi tahayyül edemiyorum. Zaten içinden çıkmak zamanın mekanın imkansız. Şu zamanı düşünüyorum. He bir de kullandığımız dili değiştirelim, iktidardan başka bir dil kuralım talebi var. Çok saygı duyuyorum da birkaç şeye takılıyorum. Her 'zaman kısıtı' dediğimde ya da 'kitleselleşme' dediğimde ve hatta Tuzla'da ölen işçilerin sayısını öğrenmek istediğimde ( ölen kişilere birer rakama indirgemek gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman ama)iktidar ağzıyla konuşuyorsam bu ülkedeki ve dünyadaki içeriği adalet de olan bir sürü hareket bu kelimelerle konuşuyorlar ve işin tuhafı ne biliyor musunuz? Kelimeler, konseptler üzerine mücadele edilen şeyler, yasalar da öyle. Statik değişmez şeylermişçesine aha bunların hepsi burdan buraya kadar iktidarın dili diye kelimeleri suçlamak bana tuhaf geliyor. İnanılmaz egemen güç çat pat sihir yapıp o konseptleri oraya koymuyor. Her 'İnsan hakları' dediğinizde aklınıza Bush geliyorsa sadece bu çok sorunlu. Gerçek bu değil çünkü. Her yasa kapitalizme hizmet etmez. Her prosedür kötü değil içeriğinden ve bağlamdan bağımsız, Her standardizasyon aynılaştırma getirmez belki eşitlik bile getirebilir birbirini tanımayan insanlar arasında. Bu demek değil bu kelimeler iktidarın malzemesi olmuyor. Oluyor hem de en babasından. Ama yine de olanı tamamen reddetmek bana çözümsüzlüğün dibi gibi geliyor. Olanı dönüştürme mücadelesi ise en yapabileceğim en anlamlı olan gibi geliyor bana. Anayasada 'sendikal hak' diye birşey varsa evet bunu uygulamıyorlarsa inatla, sürekli önünü tıkıyorlarsa kızmamız gereken yasalar değil, kızmamız gereken biziz. Daha çok mücadele etseydin de o yasayı uygualanabilir kılsaydın, devlet üzerinde daha çok söz sahibi olsaydın, daha çok uğraşsaydın. Biliyorum karşı argüman ama yasalar düzelse de gerçekliği değiştirmek başka birşey. EEE herhalde. Yasalar özel mülkiyeti koruyor. EEE EVET. ona müdahale etmek lazım. Eeee evet. Zaten değiştirmek lazım olan durumu elimizdeki olanakların, fırsatların bir kısmını da kullanarak ama. Toptan reddedince aklıma bunları toptan reddedebilecek rahata ve lükse sahip miyiz sorusu geliyor. Allah aşkına sendikal haklar kazanılmış haklardır. Çıkıp sendikanın varlığnı sorgulayınca zaten kötüye gitmekte olan ama yine de elinden birşeyler gelen kurumları tamamen gözden çıkarıyoruz. İnsanlar belli ihtiyaçlar ve stratejiler neticesinde birşeyler kurgulayıp onlar için mücadele etmezler mi? Sadece sendikalar olsun demek değil söylemek istediğim. Varlığı yeter de demiyorum. İçeriğini, örgütlenmesini, kurumun kendisini dönüştürmek varken niye toptan varlığını sorguluyoruz. Uygulamalarını, pratiklerini sorgulayalım hep düşünelim üstüne, teknokrasi, bilginin eşitsiz dağıtımı vs vs vs. Çok hak veriyorum. Bunları oluşturacak kurum içi kurumları, kontrol denge sistemlerini, özeleştiri mekanizmalarını vs. kurmak gerek en demokratiğinden .Bunun için mücadele gerek ama toptan reddetmek değil gibi geliyor bana.
Soru üçe cevap verdim zaten tekrar etmiyorum o yüzden ama dertliyim. Benim durduğum yer neresi, ben ne yapıyorum ne yapmak istiyorum kısmında tıkanıp kalıyorum. Sürekli sürekli sürekli...
Bir tek "gerçek eşitlik, gerçek demokrasi, gerçek adalet" istediğimi biliyorum.
Wednesday, March 26, 2008
Monday, March 24, 2008
tuhaf
Aklıma ne geldi? İnsan bazen nedensiz tuhaflaşır. Size oldu mu hiç? Böyle anlamazsınız bir fizyolojik tepkiler, bir rahatsızlanmalar , bir iç sıkıntıları, afakan basma durumları. İşin daha da tuhafı, nedenini bilmemek. Nedeni ne acaba diye düşünürken birden takvime bakmayı hatırlamak. Bugün ayın kaçı? Nedir yani bu huzursuzluk? Ben bunu duymuştum ama inanmazdım. Her sene dedemin ölüm zamanı geldiğinde ben nedensiz huzursuzlanırdım, hazırlanırım ve sonra keşfettim ki nedensiz değil, biyolojik saatim birşey demeye çalışıyor, bir sinyal veriyor. Sen tuhaf davranıyorsan, ya bu tarihle ilgili bir derdin var, ya hayatında gerçekten ilginç bir gelişme var, ya da başka birşey. Bir sürü nedeni olabilir ama ben bugün de çok tuhaftım, Çözmeye çalışıyorum bu tarihin nesi var üzerimde diye? Keşfettim sayılır da, durumlar normal koşullarında önemini yitirse de o unconscious mı her neyse, hep tetikte. Şaşırıyorum kendime...Bu benim hüsnü kuruntum mu acaba yoksa insanlar yıldönümleri, devirdaimleri hatırlamasalar da hissediyorlar mı? Bilmem ki?
Sunday, March 23, 2008
hadi bakalım gaza geldim- bu da aynı dersin öbür paperı...
İsyan ve Özgürlük
Solinas’ın İsyan filminden aklımda en çok kalan özgürlük sorunuydu. Özgürlük nedir? Bir süreç mi, ulaşılması gereken bir hedef mi, çoklu belirlenen bir ideal mi, bir durum mu? Filmde kölelik mücadelesini körükleyen ve köleleri yüreklendiren İngiliz ajanının siyahların özgürlük taleplerinin devam etmesiyle 10 sene sonra karşı safta bir şeker şirketinin temsilcisi olarak baş göstermesi konu ediliyor.
Aktörlerin hepsiyle sıkı ilişki içerisinde olan ve üzerlerinde büyük etkisi olan İngiliz ajan, kölelerden birini lider seçer ve beyaz adam ne derse doğrudur fikrini onda çürütmeye çalışır. Sonrasında muhalif hareketin başında olacak olan siyah karakter, aldığı özgürlük kıvılcımıyla kandırılmışlığının farkına varıp kölelikten ucuz emekçiliğe geçtikten sonra da bir şeyin değişmediğini düşünüp fabrikaları terk edip direnmeye karar verir ve grubunu da ikna eder. Özgürlük nerede, nasıl, kim tarafından insan zihninde belirir? Ya da özgürlük insanın doğasında mı vardır? Kölelikten kurtulmak elbet önemli bir kazanım ve özgürlük mücadelesi gerektiriyor. Filmin net temalarından ‘özgürlük verilmez, alınır.’ fikri de bundan sonraki mücadelede daha çok belirginleşiyor. Özgürlüğü isteyip talep etmek ve edebilmek için belli şartlar mı gerekiyor? Yoksa her daim, en totaliter rejimde dahi insanlar özgürlüklerini talep edebiliyorlar mı? Aklımda hep beliren soru yine belirdi: Orwell’in 1984 romanının sonu farklı yazılabilir mi? Winston şiddet, işkence ve zihin bulandırma yöntemleriyle gerçeğin onların dediği olduğunu kabul etmemiş olsaydı ya da etmeme ihtimali var mıydı? Bu filmde siyahların hareketi köleliğin üstesinden İngiliz ajanın desteğiyle geldikten sonra haksızlıkların devam ettiğini gördükleri için mücadeleye devam ettiler hem de şiddet gibi yöntemler de kullanarak. İngiliz ajan 10 sene sonra geri geldiğinde kendiyle bağı olduğunu düşündüğü siyah hareketin liderini ikna edebileceğini düşünüyordu. Ne de olsa aralarında bir köle-efendi ilişkisi vardı ve özgürlüklerini ona borçlulardı. Ama düşündüğü gibi olmadı. Kendi yaşantılarından ve deneyimlerinden edindikleri ezilmişliğin ve haksızlığın devam ettiğini gören siyahlar mücadelelerine devam ettiler. Ne istediklerini biliyorlardı ama nasıl olacağını bilmiyorlardı filmde de söylendiği gibi. Eşitlik istiyorlardı her alanda. Ücretli işçilik adı altında köleliğe devam etmek istemiyorlardı. Emeğin özgürleştirilmesi ve kölelikten işçiliğe geçilmesi durumunda kölelik ile işçilik arasında kategorik bir ayrım olduğunu da unutmamak gerekir. Köleliğin kaldırılması tabii ki bir kazanım ancak tekel için onların istediği ücrette çalışmak da köleliğin başka bir hali hem de yalandan özgürlük vaadi taşıyan bir hali. Bu farkındalık, büyük toprak sahipleri ve tekel şirketinin hiç işine gelmedi. Irk ayrımından gelen beyaz adam üstünlüğü, ekonomik sistemin beyaz adamın istediği gibi olması gerekliliği ile birleşti ve etnik yoksulluk bir mücadeleye dönüştü.
Özgürlük adına iç duvarların yıkılması için ilk adımı İngiliz ajanın atmış olması ve köleyle konuşarak kendisinin her zaman doğruyu söylemediğini kavratması özgürlüğün çıkış noktası ile ilgili sorunlu da olsa bir şeyleri gösteriyor. Birileri mi olmalı iç duvarları yıkmak için ya da uygun koşulların sağlanması mı gerekiyor İngiliz ajanının silah getirip direniş başlatması gibi? Olan durumdan farklı bir durumun gelişmesi gerekiyor herhalde. Birinin iç duvarlarını, iç kısıtlarını yıkması ve dış kısıtlarının farkına varması durumu, ya kendinin ya da etrafının farklılaşması ve alışmadığı bir duruma girmesiyle mi olur ancak? Filmde de İngiliz ajanın gelmesiyle değişiyor her şey ve beklenmedik sonuçları oluyor her şeyi kontrol altında tuttuğunu düşünse de İngiliz ajan. Olan durumdaki haksızlığı, kısıtları, özgürlüğün önündeki engelleri görmek bu kadar mı zor? Y ada daha da kötüsü her şey belirgin de hangi yolla o kısıtların kaldırılacağı mı hiç belirgin değil? Adalet hissi ve düşüncesi, eşitlik talebi çok farklı şekillerde, çok farklı yerlerde tezahür etmiş olmasına rağmen, hala içinde yaşadığımız dünyada, bence eskisinden hem daha özgür hem daha kısıtlı bir düzlemde yaşayıp gidiyor olmamız buna mı örnek acaba? Hem ‘insan’ tanımı genişledi ve genişliyor gittikçe, hem en alta inen ‘insan’ın yapabilecekleri ile güçlü ‘insan’ların yapabilecekleri arasındaki uçurum. Diyalektik mi bu acaba? Mücadelenin kendisi özgürlüğe içkin sanki filmde de gördüğüm. Karşı çıkmak. Ama karşı çıkmak kendi içinde özgür bir şey midir? Köleliliğin geri gelmesini isteyip şimdiki düzene karşı çıksak mesela kendi içinde özgürlüğe hizmet eden bir şey söylemiş olmayız. Peki mücadele etmek, karşı çıkmak eylemlerinin kime karşı yapıldığı üzerinden kurmaya çalışsak özgürlüğü? Kısıtlayana karşı, güçlü olana karşı mücadele etmek midir peki kolektif özgürlük? Süreç içerisinde başka kısıtlar yok mudur? Özgürlük total midir, parçacıklı mıdır? Bir süreç hem özgürlük, hem kısıt getirir mi? Filmde mücadele eden siyahların açlıkla karşı karşıya kaldıkları ve birçok kişinin öldürüp öldürüldüğünü görüyoruz. Ama farkındalık kazanmadılar mı öte yandan? Bu farkındalık da bir çeşit özgürlük değil mi, getirdiği kısıtlar belki de farkındalıktan önceki durumlara çok benzer. Yani köleyken de karın tokluğuna çalışıyorlardı belki. Belki de kaybedecekleri bir şey yoktu zaten ve şimdi de kaybettikleri şeyler ya da kısıtları zaten olan kısıtlardı. Ama yine de liderlerinin olması, hareketin aldığı kararlar bir çeşit kısıt değil mi? Kolektif olarak özgür olmak, kişilerin özgür olmasıyla ne kadar ilgili? İlgili mi ya da? Bana göre kişilerin özgürlüğü ile grupların özgürlüğü arasında bağlar var ama o kadar sıkı ve görünür değil, birbirleri için etken olabilirler ancak. Örneğin, birinin zihninin açılıp diğerleriyle konuşarak ikna etmesi üzerinden bir grup mücadelesi çıkabilir ancak. Ya da bir grup mücadelesinin içine doğarak ya da bir mücadeleye katılarak kendinle ilgili kısıtların da farkına vardığı olabilir insanların. Ama iki ihtimal de olumsaldır. Yani olabilir de olmayabilir de, biri diğerini gerektirmez. Özgürlük nedir sorusuna cevabım genelde süreç oluyor ancak nasıl sorusuna cevap vermek bir hayli zor.
Solinas’ın İsyan filminden aklımda en çok kalan özgürlük sorunuydu. Özgürlük nedir? Bir süreç mi, ulaşılması gereken bir hedef mi, çoklu belirlenen bir ideal mi, bir durum mu? Filmde kölelik mücadelesini körükleyen ve köleleri yüreklendiren İngiliz ajanının siyahların özgürlük taleplerinin devam etmesiyle 10 sene sonra karşı safta bir şeker şirketinin temsilcisi olarak baş göstermesi konu ediliyor.
Aktörlerin hepsiyle sıkı ilişki içerisinde olan ve üzerlerinde büyük etkisi olan İngiliz ajan, kölelerden birini lider seçer ve beyaz adam ne derse doğrudur fikrini onda çürütmeye çalışır. Sonrasında muhalif hareketin başında olacak olan siyah karakter, aldığı özgürlük kıvılcımıyla kandırılmışlığının farkına varıp kölelikten ucuz emekçiliğe geçtikten sonra da bir şeyin değişmediğini düşünüp fabrikaları terk edip direnmeye karar verir ve grubunu da ikna eder. Özgürlük nerede, nasıl, kim tarafından insan zihninde belirir? Ya da özgürlük insanın doğasında mı vardır? Kölelikten kurtulmak elbet önemli bir kazanım ve özgürlük mücadelesi gerektiriyor. Filmin net temalarından ‘özgürlük verilmez, alınır.’ fikri de bundan sonraki mücadelede daha çok belirginleşiyor. Özgürlüğü isteyip talep etmek ve edebilmek için belli şartlar mı gerekiyor? Yoksa her daim, en totaliter rejimde dahi insanlar özgürlüklerini talep edebiliyorlar mı? Aklımda hep beliren soru yine belirdi: Orwell’in 1984 romanının sonu farklı yazılabilir mi? Winston şiddet, işkence ve zihin bulandırma yöntemleriyle gerçeğin onların dediği olduğunu kabul etmemiş olsaydı ya da etmeme ihtimali var mıydı? Bu filmde siyahların hareketi köleliğin üstesinden İngiliz ajanın desteğiyle geldikten sonra haksızlıkların devam ettiğini gördükleri için mücadeleye devam ettiler hem de şiddet gibi yöntemler de kullanarak. İngiliz ajan 10 sene sonra geri geldiğinde kendiyle bağı olduğunu düşündüğü siyah hareketin liderini ikna edebileceğini düşünüyordu. Ne de olsa aralarında bir köle-efendi ilişkisi vardı ve özgürlüklerini ona borçlulardı. Ama düşündüğü gibi olmadı. Kendi yaşantılarından ve deneyimlerinden edindikleri ezilmişliğin ve haksızlığın devam ettiğini gören siyahlar mücadelelerine devam ettiler. Ne istediklerini biliyorlardı ama nasıl olacağını bilmiyorlardı filmde de söylendiği gibi. Eşitlik istiyorlardı her alanda. Ücretli işçilik adı altında köleliğe devam etmek istemiyorlardı. Emeğin özgürleştirilmesi ve kölelikten işçiliğe geçilmesi durumunda kölelik ile işçilik arasında kategorik bir ayrım olduğunu da unutmamak gerekir. Köleliğin kaldırılması tabii ki bir kazanım ancak tekel için onların istediği ücrette çalışmak da köleliğin başka bir hali hem de yalandan özgürlük vaadi taşıyan bir hali. Bu farkındalık, büyük toprak sahipleri ve tekel şirketinin hiç işine gelmedi. Irk ayrımından gelen beyaz adam üstünlüğü, ekonomik sistemin beyaz adamın istediği gibi olması gerekliliği ile birleşti ve etnik yoksulluk bir mücadeleye dönüştü.
Özgürlük adına iç duvarların yıkılması için ilk adımı İngiliz ajanın atmış olması ve köleyle konuşarak kendisinin her zaman doğruyu söylemediğini kavratması özgürlüğün çıkış noktası ile ilgili sorunlu da olsa bir şeyleri gösteriyor. Birileri mi olmalı iç duvarları yıkmak için ya da uygun koşulların sağlanması mı gerekiyor İngiliz ajanının silah getirip direniş başlatması gibi? Olan durumdan farklı bir durumun gelişmesi gerekiyor herhalde. Birinin iç duvarlarını, iç kısıtlarını yıkması ve dış kısıtlarının farkına varması durumu, ya kendinin ya da etrafının farklılaşması ve alışmadığı bir duruma girmesiyle mi olur ancak? Filmde de İngiliz ajanın gelmesiyle değişiyor her şey ve beklenmedik sonuçları oluyor her şeyi kontrol altında tuttuğunu düşünse de İngiliz ajan. Olan durumdaki haksızlığı, kısıtları, özgürlüğün önündeki engelleri görmek bu kadar mı zor? Y ada daha da kötüsü her şey belirgin de hangi yolla o kısıtların kaldırılacağı mı hiç belirgin değil? Adalet hissi ve düşüncesi, eşitlik talebi çok farklı şekillerde, çok farklı yerlerde tezahür etmiş olmasına rağmen, hala içinde yaşadığımız dünyada, bence eskisinden hem daha özgür hem daha kısıtlı bir düzlemde yaşayıp gidiyor olmamız buna mı örnek acaba? Hem ‘insan’ tanımı genişledi ve genişliyor gittikçe, hem en alta inen ‘insan’ın yapabilecekleri ile güçlü ‘insan’ların yapabilecekleri arasındaki uçurum. Diyalektik mi bu acaba? Mücadelenin kendisi özgürlüğe içkin sanki filmde de gördüğüm. Karşı çıkmak. Ama karşı çıkmak kendi içinde özgür bir şey midir? Köleliliğin geri gelmesini isteyip şimdiki düzene karşı çıksak mesela kendi içinde özgürlüğe hizmet eden bir şey söylemiş olmayız. Peki mücadele etmek, karşı çıkmak eylemlerinin kime karşı yapıldığı üzerinden kurmaya çalışsak özgürlüğü? Kısıtlayana karşı, güçlü olana karşı mücadele etmek midir peki kolektif özgürlük? Süreç içerisinde başka kısıtlar yok mudur? Özgürlük total midir, parçacıklı mıdır? Bir süreç hem özgürlük, hem kısıt getirir mi? Filmde mücadele eden siyahların açlıkla karşı karşıya kaldıkları ve birçok kişinin öldürüp öldürüldüğünü görüyoruz. Ama farkındalık kazanmadılar mı öte yandan? Bu farkındalık da bir çeşit özgürlük değil mi, getirdiği kısıtlar belki de farkındalıktan önceki durumlara çok benzer. Yani köleyken de karın tokluğuna çalışıyorlardı belki. Belki de kaybedecekleri bir şey yoktu zaten ve şimdi de kaybettikleri şeyler ya da kısıtları zaten olan kısıtlardı. Ama yine de liderlerinin olması, hareketin aldığı kararlar bir çeşit kısıt değil mi? Kolektif olarak özgür olmak, kişilerin özgür olmasıyla ne kadar ilgili? İlgili mi ya da? Bana göre kişilerin özgürlüğü ile grupların özgürlüğü arasında bağlar var ama o kadar sıkı ve görünür değil, birbirleri için etken olabilirler ancak. Örneğin, birinin zihninin açılıp diğerleriyle konuşarak ikna etmesi üzerinden bir grup mücadelesi çıkabilir ancak. Ya da bir grup mücadelesinin içine doğarak ya da bir mücadeleye katılarak kendinle ilgili kısıtların da farkına vardığı olabilir insanların. Ama iki ihtimal de olumsaldır. Yani olabilir de olmayabilir de, biri diğerini gerektirmez. Özgürlük nedir sorusuna cevabım genelde süreç oluyor ancak nasıl sorusuna cevap vermek bir hayli zor.
sinema-felsefe dersimin sunum ödevi- yine basasım geldi kendimi buralarda tatmin ediyorum napayım...
Sıkıyönetim ve Mücadele
Bu yazıda, Costa Gavras’ın Sıkıyönetim filminde anlatılan Uruguay’daki direnişçi Tupamaros grubu ile Türkiye’de 1960 sonrası güçlenen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) örgütsel olarak ve olay bazlı karşılaştırılacaktır. Karşılaştırma yapılırken ordu ve THKP-C üzerinden amaç-araç ilişkisi, militarizm ve örgüt içi demokrasi konuları özellikle irdelenecektir.
Sıkıyönetim filminde, Tupamaros grubu öncelikli olarak politik ‘suçlular’ın bırakılması için Brezilya Konsolosu ve Amerikan yurttaşı, Amerikan Uluslararası Kalkınma Yardımı (Assistance for International Development- A.I.D.) ofisinde çalışan Santore’yi kaçırırlar. Filmin sonunda anlarız ki, Santore Amerikan hükümeti tarafından görevlendirilmiş, dünyanın, özellikle kapitalist sisteme alternatif hareketlerin sıkça gözlemlendiği Latin Amerika’da derin devlet gibi işleyen ve gittiği yerlerde darbe girişimlerini hızlandırıp polisi sosyalist, muhalif grupları bastırması için eğiten bir grubun lideridir. İşkence eğitimleri verilmektedir ve işinin ‘teknik’ olduğunu düşünen Santore işkenceyi ve provokasyonu ‘teknik’ olarak nitelendirir. Ülke içerisinde gerektiğinde karışıklık çıkarması için eğitilmiş bomba uzmanları ve Uruguay polisinin önemli adamları bu grubun içerisindedir ve el birliğiyle Tupamaroslara ve diğer muhalif hareketlere karşı çalışmaktadırlar. Şiddetin ve gücün iktidardaki – filmde Santore ve merkezi otorite- tarafından nötr algılanması ve uzmanlık-teknik kelimelerinin sık sık geçmesi birçok insani değerin ve insan yaşamının hangi çıkarlar, uzmanlıklar ve güç istenci ile perdelenebileceğinin kanıtıdır. Varoluş koşullarını kendi sağlayan, darbeye giden sıkıyönetime giden yolu açan, provokasyonları hazırlayabilecek grupların olduğunu gösteren bu filmden sonra Birikim’in militarizm sayısında okuduğum şu satırlar aklıma geldi: “Askeriye/ordu, kendi kendisinin yapısal varoluş koşullarını oluşturur ve yeniden üretir; amaç-araç faydacılığına direnen bir tabiatı vardır. Bu dikkat, doğrudan doğruya, şiddet ve güç’ün ‘nötr’ değerler olarak kabullenilmesine dönük bir ahlâkî ve politik sorgulamayla bağlantılıdır.” (Tanıl Bora: 23).
Kendi kendisinin yapısal varoluş koşulları en önce ‘korku’ya dayanır. Korku için düşmana ihtiyaç vardır. “Düşman”ın kurgulanması sırasında bir yandan da bu düşmanla başa çıkabilmek için yeterince “güçlü” olma gerekliliği anlayışı vardır. Charles Tilly’nin devletlerin oluşumunu anlatırken kullandığı ‘racketeering’ kavramı (haraççılık), yani korkunun üretilmesi ve korkuyu üretenlerin korkanları bu inşa edilmiş düşmandan korumayı görev edinmesi ve bu görevin meşruiyetiyle bağımsızlık kazanıp “güçlü” konuma gelmesi, bize modern ordunun yapısal çıkışı ile ilgili bir ordu-devlet benzerliğini düşündürebilir. Michael Mann’ın despotik güç (despotic power) ve altyapısal güç (infrastructural power) olarak ikiye ayırdığı devletin dualist yapısını kabul edecek olursak, ordunun ve polisin devletin despotik gücü olarak devletin yıkıcı tarafı olduğunu düşünebiliriz. Modern devletin kuruluşuyla modern orduların kuruluşunun birbirini beslediği fikri, modern ordu-modern devlet ilişkisinin kökenlerinin geçişken olduğunu gösterir. Yalnız Türkiye’de ve pek çok ülkede kurum olarak ordunun “en güçlü” olan kurum olduğu ve devlet içinde devlet misali bağımsız çıkarları olan bir grup haline gelebildiği de görülmektedir.
Korkunun yaratılmışlığı derken tamamen zihinlerde şekillenen ve aslında olmayan bir olgudan bahsetmiyorum. ‘Şiddet’ kullanımının en bariz olduğu askeriye/ordunun/polisin yarattığı korkunun gerçeklikte yansıması, bir karşılığı olduğu açık ama korkunun nedenleri “güçlü” olmak isteyen tarafından yaratılmış, yani askeriye/orduya/polise içkin pratik nedenleri olan bir korkudan bahsediyorum. Birilerinin ‘düşman’ bellenmesi onların gerçekten düşman olması ile sonuçlanabilir ve onların da başka korkular yaratması sonucu ortaya çıkabilir. Bu gerçeklik insanların yaşamlarına kast edecek hale dönüşebilir, dönüştürülebilir.
Bu askeriye/ordunun/polisin içkin özellikleri de göz önünde bulundurulursa, ordulara dair en rasyonel savların bulunduğu, Kant’ın Kalıcı Barış eserindeki üçüncü maddesi, orduların lağvedilmesi gerektiği ile başlar ve savlarını nedenlere dayandırır. Bu nedenlerden en barizi, devletlerin birbirlerine ordularıyla tehdit oluşturması ve bu tehdidin daha çok silah üretimi ve orduların güçlendirilmesi ile devam edeceğini, kısaca bir silahlanma yarışına dönüşeceğini -Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanmayla dünyanın sonunu getirebilecek kadar tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmüştür- ve o kadar harcama sonunda çok güçlenen orduların kendisinin birebir savaş nedeni olacağını belirtir. Artık barışın maliyeti savaştan fazla olacağı için barışın istenen olmaktan çıkacağını yazmıştır. ‘Barışı sağlamak’ söylemini sıkça kullanan ordular, kendi varlıklarının devamı için aslında savaşa ihtiyaç duymaktadırlar. İnsanları tamamen birer makine gibi görüp araçsallaştırmanın kendisine karşı çıkan Kant, askeriyenin araç-amaç faydacılığına dayandığını bu sözleriyle çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Filmde de açık ve net bir şekilde görülür ki Tupamaros ‘isimsiz’dir, ‘terörist’tir, ‘düşman’dır. Onlara karşı taviz verilemez.
Askeriye/ordu/polisin amaç-araç ilişkisi bir yana, Tupamaros grubu da iki kişiyi zorla kaçırıp insani şekilde sorguya çekmiştir. Gücü elinde bulunduran ordu/polis ve kullandığı yöntem işkence karşısında hegemonyaya karşı direnen Tupamaros grubu tıpkı 12 Mart 1971 sıkıyönetimi ardından 17 Mayıs 1971’de THKP-C’nin İsrail Konsolosu El Rom’u kaçırması gibi, koşullar düşünüldüğünde suçlu olduğu düşünülen önemli kişileri kaçırıp güce baskı yapmayı seçmiştir. Mahir Çayan Kesintisiz Devrim –III’ te:
“ …düzen değişikliğinin mümkün olduğunu göstermek için… merkezi otoritenin aslında göründüğü gibi güçlü olmadığını, kof olduğunu, bütün gücün yaygara ve gözdağı olduğunu, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Tek yol budur…” (Kürkçü).
demiştir. Ertuğrul Kürkçü’ye göre ve tarihi belgelere göre, THKP-C neredeyse bütün silahlı çatışmaları kaybetmiştir. “Politikleşmiş askeri savaş” fikri, silahlı devrim fikri, dönemin devrimcilerinin beklentilerini gerçekleştirmemiş, kazanıldığı düşünülen zaferler ya da politik eylemlilikler de devrimcileri istedikleri sonuca ulaştırmamıştır. Filmde Santore’nin öldürülmesi tartışılırken politik olarak devrimci güçlerin güçlü gözükmesi gerektiği ve bu yüzden Santore’nin öldürülmesi gerektiği fikri, bir insan öldürmenin zalimlik olacağı fikriyle çatışır. Devrimci güçlerin zayıflığı ve zalimliği arasında seçim yapılması gerekmektedir. Seçimin nasıl yapıldığı da çok önemli olmakla birlikte, aklıma takılan soru, bu ikilemin bir yanlış ikilem olma olasılığı. Acaba gerçekten zayıflık-zalimlik ikilemi midir sorun? THKP-C’nin aktif isimlerinden ve Mahir Çayan’ın öldürüldüğü Kızıldere olayından tek kurtulan olan Ertuğrul Kürkçü, 1988 yılında yazdığı bir makalede, kitlelerin İsrail Konsolosu kaçırılıp öldürüldüğünde değil, kendisinden üstün askeri güçler tarafından öldürüldüğünde Mahir Çayan’dan yana çıktığını söylüyor. Yani aslında asimetrik gücün ve insani taleplerin birleşiminden, mağduriyetin ayan beyan ortaya çıkmasından dolayı kitleler diyebileceğimiz daha çok kişi fikren ve belki de cismen daha çok destek oluyorlar muhalif hareketlere. Sormaya çalıştığım, filmin sonu farklı olabilir miydi? Ya da tarih değiştirilebilir miydi? El Rom ve Santore öldürülmeseydi ne olurdu? Muhalif hareketler amaçları için doğru araçları mı kullandılar?
Ordu gibi amaç-araç ilişkisi kurmadılar demek asimetrik gücü görmezden gelmek olur. Ama yine Tupamaros da, THKP-C de insan öldürme yöntemiyle amaçlarına ulaşmayı seçtiler. Düştükleri Ertuğrul Kürkçü’ye göre yanlış ikilemdi. Benzer bir olay, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 5 Amerikan askerini kaçırıp politik suçluların serbest bırakılmasını talep ettiklerinde hükümetin sert tutumuna rağmen 5 askeri öldürmeyip serbest bırakması olarak gösterilebilir. Askerlerin basına verdiği demeçlerle kitleler karşısında Deniz Gezmiş ve arkadaşları ‘moral üstünlük’ kazandılar. Dönem düşünüldüğünde halkın tamamının muhalif hareketlere destek verdiği kesinlikle söylenemez ama desteğin moral üstünlük ve taleplerin insani oluşu doğrultusunda arttığı söylenebilir.
Hegemonya’nın çok baskın çıktığı ve insanların baskı altında yaşamaya mecbur bırakıldığı ortamlarda silahlı direniş ve şiddet-öldürme yöntemlerinin kullanılması yeni değildir. Şiddetin nedenlerinin düşünülmeden sorgulanması pek tabii muhalif hareketlere haksızlık olacaktır. Kendi mal varlıklarını korumak ve eşitsizliği devam ettirmek için kullanılan şiddetle, hegemonyaya karşı kullanılan, adalet için olduğu savunulan şiddet aynı kefede değerlendirilemez ama sonunda ikisi de şiddettir. Ancak filmde de sık sık belirtildiği gibi, yaşam hakkı için, işkenceyi önlemek için, insanca yaşamak için edinilen idealler için neler gözden çıkarılabilir? Sınır nerededir? Üçüncü bir yol mümkün müydü? Yoksa, Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi ya da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptığı gibi ne olursa olsun meşru müdafaa hariç kimseyi öldürmeden kişileri serbest bıraksalar zaten moral üstünlük kazandıkları için hiçbir zafiyet de göstermemiş mi olacaklardı? Bu seçim bir yana, üçüncü bir yöntem mümkün bana göre. Tupamaros, içinde bulunduğu ilişki ağlarının verdiği bilgi kuvvetiyle Santore hakkında çok fazla bilgiye sahipti. Bu bilgileri sonunda Santore’ye de itiraf ettirdiler. Medeniyet uğruna yaptığını anlatan ve muhaliflerin her ne yöntemle olursa olsun temizlenmesi gerektiğine dair inancını dile getiren Santore’nin ses kayıtları radyolara ve televizyonlara verilip Santore serbest bırakılamaz mıydı? Bu koşullar altında zaten güven kaybı yaşayacak olan hükümet ve merkezi otoriteler zor duruma düşürülmüş olmayacak mıydı? Üstüne üstlük zalimlik yaftasını üzerlerine yapıştırmak durumunda da kalmayacaklardı.
Tupamaros’un da, THKP-C’nin de en önemli gücü silahlı mücadele değil, ilişki kurma becerileri idi. Filmde de açıkça görülüyor ki, askerden, polisten, değişik meslek gruplarından, sendikalardan, siyasi partilerden, basından birçok kişi ile temasları bulunmaktadır. Türkiye’deki ilişki ağını kısaca hatırlatmak gerekirse, devrimci Türkiye İşçi Partisi muhalefetinin yerel ve merkez örgütlerinde 1966’dan beri THKP-C liler çalışmaktaydı. THKP-C’nin doğal önderleri, öne çıkan isimleri tabandan liderler, DEV-GENÇ yöneticileri, mühendis, mimar, öğretmen, işçi, sanatçı ya da yazarlardı. Silahlı Kuvvetler içerisinde cuntacılığa karşı askerlerle de temas halindeydiler. Değişik politik alanları bağlama, sürekli yayınlar, kitle toplantıları, basın-yayın-TV kullanımıyla ideolojik etkilerini arttırdılar. 1961’ de TİP’in 15 kişi bile olsa meclise girmesi ve sıkı muhalefet yapması dönem içerisinde etkili olmuştur. Şu an Demokratik Türkiye Partisi’nin (DTP) meclis içerisinde bulunması TİP muhalefetiyle karşılaştırılabilir gözükse de, DTP gibi kimlik eksenli bir parti ile geniş ajandalı sosyalist bir partinin mecliste olması arasında fark olduğu muhakkaktır. THKP-C ‘terörist’ yaftasını El Rom’u öldürerek üzerine aldı ve zaten pek çok direnişçinin ölümüyle sonuçlanan silahlı mücadele sonucu da gücünü kaybetti.
Bir başka yöntem sorunu da demokrasi ile ilgili. Filmde otobüste geçen bir çeşit katılımcı demokrasi metoduyla Santore’nin öldürülüp öldürülmemesine karar veriliyor. Bu bir çeşit demokratik metot olmakla birlikte, üzerine oturup tartışılmaması belki de üçüncü yöntemlerin ortaya çıkmasını engelledi. Sorunun ortaya koyuluş şekli, cevabın ya evet ya hayır olduğu bir sonuç getirirken pratik olarak hızlı karar vermeleri gerektiği de göz ardı edilmemelidir. THKP-C’de ise durum demokrasi açısından daha vahim haldedir. “Genel Komite” diye tabir edilen her gruptan insanın dahil olduğu komite Aralık 1970’ten, Mart 1972’ye kadar hiç toplanamamış, El Rom’un kaçırılması ve öldürülmesi Merkez Komite’nin önderleri tarafından hızlıca ve spontan karar alınıp gerçekleştirilmiştir. Kürkçü’nün makalesinde belirttiği, THKP-C’nin en büyük zaafı, teorik-programatik ve taktik gelişiminin apansız sıçramalarla sürmesine ve tabanın, karizmatik önderlerin bireysel mizaçlarının bile hareketin pratik yönelimleri üzerinde iz bırakmasına izin veren plastisitesi ve örgütlenme biçiminin hiçbir resmi çerçeveye hatta örgütsel biçime sahip olmamasıdır. Faaliyetlerin siyasal kararlarla demokratik olarak belirlenmesinden ziyade, fikren bütünlüklü olmayan liderlerin anlık aldığı eylem kararlarıyla yürüyen bir mücadele stratejisi benimsenmiştir. Tabii ki içinde bulunulan sıkıyönetim şartları ve örgütlenmeye izin vermeyen otorite baskısı unutulmamalıdır. Ancak yine de herhangi bir ajandası olmadan hareket eden ve Latin Amerika’daki, Küba’daki hareketlerden etkilenerek ilerleyen THKP-C döneminde sosyal ilişki ağları ve sürekli yayınlarıyla sol-muhalif harekette iz bıraksa da varlığını sürdürememiştir. 1980 sonrası apolitizasyon süreci de göz ardı edilmeden şu an sosyalist görüşlü herhangi bir partinin barajı geçemeyip meclise girememesi durumu, hem koşullar hem de tarihsel başarısızlıklarla ilgilidir. Koşullar 12 Mart döneminde ve sonrasında Ömer Laçiner’in de belirttiği gibi muhalif hareket için her zaman zor olmuştur. Otorite tarafından en sık kullanılan taktikler, sosyalist hareketin tüm alanlarda ezilmesi (anti-komünizm), etnik baskı ve Kürt halkı üzerinde asimilasyon, yani teröre ağırlık vererek ortak düşmana karşı suni birlik yaratma hali ve sanayi burjuvazisine öncelikli imkanlar yaratmak olarak düşünülebilir. Ama örgütsel başarısızlık, ideolojik karmaşa, eylemliliklerin kişilerin üzerinden üretilmesi ve kişilerin mitleştirilmesi, hareketin tabandan kopması gibi nedenlerin de şu anki durum üzerinde etkisi olmadığı söylenemez. Belki de en önemlisi içinde bulunulan koşullar değerlendirilmeksizin, Latin Amerika’dan kopya-eylemlerin getirilip duruma silahlı devrimden başka çare düşünecek demokratik platformların sağlanmamış ya da sağlanamamış olması. Kürkçü, hiçbir güç tarafından aşağıdan denetlenemeyen ve beslenemeyen bir “Merkez Komite” nin üyeleri arasındaki en ufak açı farkının dahi alt birimler arasında büyük açı farklılıklarına yol açtığını belirtiyor. Teorik bütünlük sağlamaya çalışan Mahir Çayan’ın ölümünden sonra grubun dağılmasının bir nedeni zaten otoritenin grubu katletmesi iken, diğer nedeni de teorik tartışma ekseninin kaybedilmesi olduğu Kürkçü’nün makalesinden çıkarılabilecek bir diğer tespit.
Bütün bu tarihi bilgi ve filmdeki grubun karşılaştırılmasından sonra çıkarılabilecek birkaç tespit var bana göre. Biri, “Amaca giden yolda her yol mübahtır.” faydacı ve sonuç odaklı bakışı, özellikle içeriği adalet, insanca yaşamak ve eşitlik olan gruplar için kullanılması çok tehlikeli ve sorgulanması gereken bir düsturdur. Özellikle şiddet ve adam öldürme asimetrik güç uygulanmasına karşı olsa dahi yöntemsel olarak sorgulanmalıdır. Örneğin, Cezayir’de yapılan anti-sömürgeci mücadele sırasında kullanılan yöntem olan şiddet, savaş kazanıldıktan sonra da devam etmiş ve aile içi ve sokaktaki şiddetin çok yoğun devam ettiği gözlenmiştir. Yöntemler amaçlara içkin olduğu müddetçe daha sağlıklı sonuçlar elde edilebilir. Diğer bir konu, örgütlenme ile ilgili yöntemin de çok belirleyici olmasıdır. Bir diğer adıyla örgüt içi demokrasi hem örgütün sağlamlığı ve insanların aidiyeti açısından, hem de örgütün işlerliği açısından önemli bir konudur. Pratik sorunlar nedeniyle, zaman kısıtı, polis tarafından sürekli aranma vs. gibi, demokrasi göz ardı edilebilir denilebilir ancak bu koşullar yüzünden kolaycılığa kaçmak mıdır, yoksa yeni yollar üretmektense iktidara içkin bilinen metotlarla devam etme isteği ve bir çeşit muhafazakarlık mıdır soruları akılda tutulmalıdır. Üçüncü ve sonuncu çıkarım ise adalet arayışı için yola çıkan muhalif grupların taleplerinin meşruiyetini kanıtlamak için kanun-dışılık göstermesi önümüze kanuni (legal) olan ile hukuki (lawful) ve meşru (legitimate) olan arasında fark olduğunu bize hatırlatır. ‘Hukuk’, ‘düzen’, ‘barış’ kelimeleri otorite tarafından filmde de, dönemin Türkiyesi’nde de sık kullanılan sözcükler olmakla birlikte filmdeki işkencenin, 12 Mart dönemindeki Ziverbey Köşkü sorgularının ve Balyoz harekatının (muhalif aydınları göz altına alma, evleri arayıp yasak yayınları toplamak vs.) hukukla, düzenle ve barışla hiçbir alakası olmadığı gerçeğini değiştirmez. Mücadelenin bu haklılık durumu göz önünde bulundurularak ve siyasi amaçtan kopmadan yapılması gerektiği çıkarılabilir. Muhalif mücadelelerin otorite tarafından haklıyken haksız duruma düşürülmesi her zaman akılda tutulması gereken bir tuzaktır. Zaten ‘düşman’, ‘terörist’ olarak tanımlanan ve tanıtılan grupların ve kişilerin eylemlilikleriyle bunun aksini kanıtlamadan kitleleri mücadeleye dahil etmesi çok zor gözükmektedir. Kullanılan yöntemler, taktikler, örgütlenme şekilleri kamuoyu vicdanı, mücadelenin içeriği ve amacı göz ardı edilmeden birlikte düşünülerek ortaya çıkarılmalıdır. Sosyal ilişki ağı her daim muhalif mücadelenin en önemli güçlerinden biridir. Bu ağın devamlılığı ve örgütlülüğün sağlanıp devam etmesi için koşullar da göz önüne alınarak demokrasi yöntem olarak benimsenmelidir.
Bibliyografya
Kürkçü, Ertuğrul (1988) “THKP-C” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi içinde cilt 7. İstanbul: İletişim. ss. 2198-2199.
Mann, Michael (1984) The Autonomous Power of the state: Its Origins, Mechanisms and Results.
Tilly, Charles (1985) War Making and State Making as Organized Crime
From Bringing the State Back In edited by Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer, and Theda Skocpol, Cambridge: Cambridge University Press. 169–191.
Zürcher, Erik Jan (2002) “İkinci Türkiye Cumhuriyeti” Modernleşen Türkiye Tarihi ‘nin içinde, İstanbul: İletişim. ss. 351-404.
Bora, Tanıl. “Anti-Militarizm, Ordu/Askeriye Eleştirisi ve Orduların Demokratik Gözetimi”. Birikim Dergisi: 160/161. Ağustos/Eylül 2002
Laçiner, Ömer. “12 Mart Üzerine” Birikim Dergisi: 8. Ekim 1975.
Bu yazıda, Costa Gavras’ın Sıkıyönetim filminde anlatılan Uruguay’daki direnişçi Tupamaros grubu ile Türkiye’de 1960 sonrası güçlenen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) örgütsel olarak ve olay bazlı karşılaştırılacaktır. Karşılaştırma yapılırken ordu ve THKP-C üzerinden amaç-araç ilişkisi, militarizm ve örgüt içi demokrasi konuları özellikle irdelenecektir.
Sıkıyönetim filminde, Tupamaros grubu öncelikli olarak politik ‘suçlular’ın bırakılması için Brezilya Konsolosu ve Amerikan yurttaşı, Amerikan Uluslararası Kalkınma Yardımı (Assistance for International Development- A.I.D.) ofisinde çalışan Santore’yi kaçırırlar. Filmin sonunda anlarız ki, Santore Amerikan hükümeti tarafından görevlendirilmiş, dünyanın, özellikle kapitalist sisteme alternatif hareketlerin sıkça gözlemlendiği Latin Amerika’da derin devlet gibi işleyen ve gittiği yerlerde darbe girişimlerini hızlandırıp polisi sosyalist, muhalif grupları bastırması için eğiten bir grubun lideridir. İşkence eğitimleri verilmektedir ve işinin ‘teknik’ olduğunu düşünen Santore işkenceyi ve provokasyonu ‘teknik’ olarak nitelendirir. Ülke içerisinde gerektiğinde karışıklık çıkarması için eğitilmiş bomba uzmanları ve Uruguay polisinin önemli adamları bu grubun içerisindedir ve el birliğiyle Tupamaroslara ve diğer muhalif hareketlere karşı çalışmaktadırlar. Şiddetin ve gücün iktidardaki – filmde Santore ve merkezi otorite- tarafından nötr algılanması ve uzmanlık-teknik kelimelerinin sık sık geçmesi birçok insani değerin ve insan yaşamının hangi çıkarlar, uzmanlıklar ve güç istenci ile perdelenebileceğinin kanıtıdır. Varoluş koşullarını kendi sağlayan, darbeye giden sıkıyönetime giden yolu açan, provokasyonları hazırlayabilecek grupların olduğunu gösteren bu filmden sonra Birikim’in militarizm sayısında okuduğum şu satırlar aklıma geldi: “Askeriye/ordu, kendi kendisinin yapısal varoluş koşullarını oluşturur ve yeniden üretir; amaç-araç faydacılığına direnen bir tabiatı vardır. Bu dikkat, doğrudan doğruya, şiddet ve güç’ün ‘nötr’ değerler olarak kabullenilmesine dönük bir ahlâkî ve politik sorgulamayla bağlantılıdır.” (Tanıl Bora: 23).
Kendi kendisinin yapısal varoluş koşulları en önce ‘korku’ya dayanır. Korku için düşmana ihtiyaç vardır. “Düşman”ın kurgulanması sırasında bir yandan da bu düşmanla başa çıkabilmek için yeterince “güçlü” olma gerekliliği anlayışı vardır. Charles Tilly’nin devletlerin oluşumunu anlatırken kullandığı ‘racketeering’ kavramı (haraççılık), yani korkunun üretilmesi ve korkuyu üretenlerin korkanları bu inşa edilmiş düşmandan korumayı görev edinmesi ve bu görevin meşruiyetiyle bağımsızlık kazanıp “güçlü” konuma gelmesi, bize modern ordunun yapısal çıkışı ile ilgili bir ordu-devlet benzerliğini düşündürebilir. Michael Mann’ın despotik güç (despotic power) ve altyapısal güç (infrastructural power) olarak ikiye ayırdığı devletin dualist yapısını kabul edecek olursak, ordunun ve polisin devletin despotik gücü olarak devletin yıkıcı tarafı olduğunu düşünebiliriz. Modern devletin kuruluşuyla modern orduların kuruluşunun birbirini beslediği fikri, modern ordu-modern devlet ilişkisinin kökenlerinin geçişken olduğunu gösterir. Yalnız Türkiye’de ve pek çok ülkede kurum olarak ordunun “en güçlü” olan kurum olduğu ve devlet içinde devlet misali bağımsız çıkarları olan bir grup haline gelebildiği de görülmektedir.
Korkunun yaratılmışlığı derken tamamen zihinlerde şekillenen ve aslında olmayan bir olgudan bahsetmiyorum. ‘Şiddet’ kullanımının en bariz olduğu askeriye/ordunun/polisin yarattığı korkunun gerçeklikte yansıması, bir karşılığı olduğu açık ama korkunun nedenleri “güçlü” olmak isteyen tarafından yaratılmış, yani askeriye/orduya/polise içkin pratik nedenleri olan bir korkudan bahsediyorum. Birilerinin ‘düşman’ bellenmesi onların gerçekten düşman olması ile sonuçlanabilir ve onların da başka korkular yaratması sonucu ortaya çıkabilir. Bu gerçeklik insanların yaşamlarına kast edecek hale dönüşebilir, dönüştürülebilir.
Bu askeriye/ordunun/polisin içkin özellikleri de göz önünde bulundurulursa, ordulara dair en rasyonel savların bulunduğu, Kant’ın Kalıcı Barış eserindeki üçüncü maddesi, orduların lağvedilmesi gerektiği ile başlar ve savlarını nedenlere dayandırır. Bu nedenlerden en barizi, devletlerin birbirlerine ordularıyla tehdit oluşturması ve bu tehdidin daha çok silah üretimi ve orduların güçlendirilmesi ile devam edeceğini, kısaca bir silahlanma yarışına dönüşeceğini -Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanmayla dünyanın sonunu getirebilecek kadar tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmüştür- ve o kadar harcama sonunda çok güçlenen orduların kendisinin birebir savaş nedeni olacağını belirtir. Artık barışın maliyeti savaştan fazla olacağı için barışın istenen olmaktan çıkacağını yazmıştır. ‘Barışı sağlamak’ söylemini sıkça kullanan ordular, kendi varlıklarının devamı için aslında savaşa ihtiyaç duymaktadırlar. İnsanları tamamen birer makine gibi görüp araçsallaştırmanın kendisine karşı çıkan Kant, askeriyenin araç-amaç faydacılığına dayandığını bu sözleriyle çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Filmde de açık ve net bir şekilde görülür ki Tupamaros ‘isimsiz’dir, ‘terörist’tir, ‘düşman’dır. Onlara karşı taviz verilemez.
Askeriye/ordu/polisin amaç-araç ilişkisi bir yana, Tupamaros grubu da iki kişiyi zorla kaçırıp insani şekilde sorguya çekmiştir. Gücü elinde bulunduran ordu/polis ve kullandığı yöntem işkence karşısında hegemonyaya karşı direnen Tupamaros grubu tıpkı 12 Mart 1971 sıkıyönetimi ardından 17 Mayıs 1971’de THKP-C’nin İsrail Konsolosu El Rom’u kaçırması gibi, koşullar düşünüldüğünde suçlu olduğu düşünülen önemli kişileri kaçırıp güce baskı yapmayı seçmiştir. Mahir Çayan Kesintisiz Devrim –III’ te:
“ …düzen değişikliğinin mümkün olduğunu göstermek için… merkezi otoritenin aslında göründüğü gibi güçlü olmadığını, kof olduğunu, bütün gücün yaygara ve gözdağı olduğunu, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Tek yol budur…” (Kürkçü).
demiştir. Ertuğrul Kürkçü’ye göre ve tarihi belgelere göre, THKP-C neredeyse bütün silahlı çatışmaları kaybetmiştir. “Politikleşmiş askeri savaş” fikri, silahlı devrim fikri, dönemin devrimcilerinin beklentilerini gerçekleştirmemiş, kazanıldığı düşünülen zaferler ya da politik eylemlilikler de devrimcileri istedikleri sonuca ulaştırmamıştır. Filmde Santore’nin öldürülmesi tartışılırken politik olarak devrimci güçlerin güçlü gözükmesi gerektiği ve bu yüzden Santore’nin öldürülmesi gerektiği fikri, bir insan öldürmenin zalimlik olacağı fikriyle çatışır. Devrimci güçlerin zayıflığı ve zalimliği arasında seçim yapılması gerekmektedir. Seçimin nasıl yapıldığı da çok önemli olmakla birlikte, aklıma takılan soru, bu ikilemin bir yanlış ikilem olma olasılığı. Acaba gerçekten zayıflık-zalimlik ikilemi midir sorun? THKP-C’nin aktif isimlerinden ve Mahir Çayan’ın öldürüldüğü Kızıldere olayından tek kurtulan olan Ertuğrul Kürkçü, 1988 yılında yazdığı bir makalede, kitlelerin İsrail Konsolosu kaçırılıp öldürüldüğünde değil, kendisinden üstün askeri güçler tarafından öldürüldüğünde Mahir Çayan’dan yana çıktığını söylüyor. Yani aslında asimetrik gücün ve insani taleplerin birleşiminden, mağduriyetin ayan beyan ortaya çıkmasından dolayı kitleler diyebileceğimiz daha çok kişi fikren ve belki de cismen daha çok destek oluyorlar muhalif hareketlere. Sormaya çalıştığım, filmin sonu farklı olabilir miydi? Ya da tarih değiştirilebilir miydi? El Rom ve Santore öldürülmeseydi ne olurdu? Muhalif hareketler amaçları için doğru araçları mı kullandılar?
Ordu gibi amaç-araç ilişkisi kurmadılar demek asimetrik gücü görmezden gelmek olur. Ama yine Tupamaros da, THKP-C de insan öldürme yöntemiyle amaçlarına ulaşmayı seçtiler. Düştükleri Ertuğrul Kürkçü’ye göre yanlış ikilemdi. Benzer bir olay, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 5 Amerikan askerini kaçırıp politik suçluların serbest bırakılmasını talep ettiklerinde hükümetin sert tutumuna rağmen 5 askeri öldürmeyip serbest bırakması olarak gösterilebilir. Askerlerin basına verdiği demeçlerle kitleler karşısında Deniz Gezmiş ve arkadaşları ‘moral üstünlük’ kazandılar. Dönem düşünüldüğünde halkın tamamının muhalif hareketlere destek verdiği kesinlikle söylenemez ama desteğin moral üstünlük ve taleplerin insani oluşu doğrultusunda arttığı söylenebilir.
Hegemonya’nın çok baskın çıktığı ve insanların baskı altında yaşamaya mecbur bırakıldığı ortamlarda silahlı direniş ve şiddet-öldürme yöntemlerinin kullanılması yeni değildir. Şiddetin nedenlerinin düşünülmeden sorgulanması pek tabii muhalif hareketlere haksızlık olacaktır. Kendi mal varlıklarını korumak ve eşitsizliği devam ettirmek için kullanılan şiddetle, hegemonyaya karşı kullanılan, adalet için olduğu savunulan şiddet aynı kefede değerlendirilemez ama sonunda ikisi de şiddettir. Ancak filmde de sık sık belirtildiği gibi, yaşam hakkı için, işkenceyi önlemek için, insanca yaşamak için edinilen idealler için neler gözden çıkarılabilir? Sınır nerededir? Üçüncü bir yol mümkün müydü? Yoksa, Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi ya da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptığı gibi ne olursa olsun meşru müdafaa hariç kimseyi öldürmeden kişileri serbest bıraksalar zaten moral üstünlük kazandıkları için hiçbir zafiyet de göstermemiş mi olacaklardı? Bu seçim bir yana, üçüncü bir yöntem mümkün bana göre. Tupamaros, içinde bulunduğu ilişki ağlarının verdiği bilgi kuvvetiyle Santore hakkında çok fazla bilgiye sahipti. Bu bilgileri sonunda Santore’ye de itiraf ettirdiler. Medeniyet uğruna yaptığını anlatan ve muhaliflerin her ne yöntemle olursa olsun temizlenmesi gerektiğine dair inancını dile getiren Santore’nin ses kayıtları radyolara ve televizyonlara verilip Santore serbest bırakılamaz mıydı? Bu koşullar altında zaten güven kaybı yaşayacak olan hükümet ve merkezi otoriteler zor duruma düşürülmüş olmayacak mıydı? Üstüne üstlük zalimlik yaftasını üzerlerine yapıştırmak durumunda da kalmayacaklardı.
Tupamaros’un da, THKP-C’nin de en önemli gücü silahlı mücadele değil, ilişki kurma becerileri idi. Filmde de açıkça görülüyor ki, askerden, polisten, değişik meslek gruplarından, sendikalardan, siyasi partilerden, basından birçok kişi ile temasları bulunmaktadır. Türkiye’deki ilişki ağını kısaca hatırlatmak gerekirse, devrimci Türkiye İşçi Partisi muhalefetinin yerel ve merkez örgütlerinde 1966’dan beri THKP-C liler çalışmaktaydı. THKP-C’nin doğal önderleri, öne çıkan isimleri tabandan liderler, DEV-GENÇ yöneticileri, mühendis, mimar, öğretmen, işçi, sanatçı ya da yazarlardı. Silahlı Kuvvetler içerisinde cuntacılığa karşı askerlerle de temas halindeydiler. Değişik politik alanları bağlama, sürekli yayınlar, kitle toplantıları, basın-yayın-TV kullanımıyla ideolojik etkilerini arttırdılar. 1961’ de TİP’in 15 kişi bile olsa meclise girmesi ve sıkı muhalefet yapması dönem içerisinde etkili olmuştur. Şu an Demokratik Türkiye Partisi’nin (DTP) meclis içerisinde bulunması TİP muhalefetiyle karşılaştırılabilir gözükse de, DTP gibi kimlik eksenli bir parti ile geniş ajandalı sosyalist bir partinin mecliste olması arasında fark olduğu muhakkaktır. THKP-C ‘terörist’ yaftasını El Rom’u öldürerek üzerine aldı ve zaten pek çok direnişçinin ölümüyle sonuçlanan silahlı mücadele sonucu da gücünü kaybetti.
Bir başka yöntem sorunu da demokrasi ile ilgili. Filmde otobüste geçen bir çeşit katılımcı demokrasi metoduyla Santore’nin öldürülüp öldürülmemesine karar veriliyor. Bu bir çeşit demokratik metot olmakla birlikte, üzerine oturup tartışılmaması belki de üçüncü yöntemlerin ortaya çıkmasını engelledi. Sorunun ortaya koyuluş şekli, cevabın ya evet ya hayır olduğu bir sonuç getirirken pratik olarak hızlı karar vermeleri gerektiği de göz ardı edilmemelidir. THKP-C’de ise durum demokrasi açısından daha vahim haldedir. “Genel Komite” diye tabir edilen her gruptan insanın dahil olduğu komite Aralık 1970’ten, Mart 1972’ye kadar hiç toplanamamış, El Rom’un kaçırılması ve öldürülmesi Merkez Komite’nin önderleri tarafından hızlıca ve spontan karar alınıp gerçekleştirilmiştir. Kürkçü’nün makalesinde belirttiği, THKP-C’nin en büyük zaafı, teorik-programatik ve taktik gelişiminin apansız sıçramalarla sürmesine ve tabanın, karizmatik önderlerin bireysel mizaçlarının bile hareketin pratik yönelimleri üzerinde iz bırakmasına izin veren plastisitesi ve örgütlenme biçiminin hiçbir resmi çerçeveye hatta örgütsel biçime sahip olmamasıdır. Faaliyetlerin siyasal kararlarla demokratik olarak belirlenmesinden ziyade, fikren bütünlüklü olmayan liderlerin anlık aldığı eylem kararlarıyla yürüyen bir mücadele stratejisi benimsenmiştir. Tabii ki içinde bulunulan sıkıyönetim şartları ve örgütlenmeye izin vermeyen otorite baskısı unutulmamalıdır. Ancak yine de herhangi bir ajandası olmadan hareket eden ve Latin Amerika’daki, Küba’daki hareketlerden etkilenerek ilerleyen THKP-C döneminde sosyal ilişki ağları ve sürekli yayınlarıyla sol-muhalif harekette iz bıraksa da varlığını sürdürememiştir. 1980 sonrası apolitizasyon süreci de göz ardı edilmeden şu an sosyalist görüşlü herhangi bir partinin barajı geçemeyip meclise girememesi durumu, hem koşullar hem de tarihsel başarısızlıklarla ilgilidir. Koşullar 12 Mart döneminde ve sonrasında Ömer Laçiner’in de belirttiği gibi muhalif hareket için her zaman zor olmuştur. Otorite tarafından en sık kullanılan taktikler, sosyalist hareketin tüm alanlarda ezilmesi (anti-komünizm), etnik baskı ve Kürt halkı üzerinde asimilasyon, yani teröre ağırlık vererek ortak düşmana karşı suni birlik yaratma hali ve sanayi burjuvazisine öncelikli imkanlar yaratmak olarak düşünülebilir. Ama örgütsel başarısızlık, ideolojik karmaşa, eylemliliklerin kişilerin üzerinden üretilmesi ve kişilerin mitleştirilmesi, hareketin tabandan kopması gibi nedenlerin de şu anki durum üzerinde etkisi olmadığı söylenemez. Belki de en önemlisi içinde bulunulan koşullar değerlendirilmeksizin, Latin Amerika’dan kopya-eylemlerin getirilip duruma silahlı devrimden başka çare düşünecek demokratik platformların sağlanmamış ya da sağlanamamış olması. Kürkçü, hiçbir güç tarafından aşağıdan denetlenemeyen ve beslenemeyen bir “Merkez Komite” nin üyeleri arasındaki en ufak açı farkının dahi alt birimler arasında büyük açı farklılıklarına yol açtığını belirtiyor. Teorik bütünlük sağlamaya çalışan Mahir Çayan’ın ölümünden sonra grubun dağılmasının bir nedeni zaten otoritenin grubu katletmesi iken, diğer nedeni de teorik tartışma ekseninin kaybedilmesi olduğu Kürkçü’nün makalesinden çıkarılabilecek bir diğer tespit.
Bütün bu tarihi bilgi ve filmdeki grubun karşılaştırılmasından sonra çıkarılabilecek birkaç tespit var bana göre. Biri, “Amaca giden yolda her yol mübahtır.” faydacı ve sonuç odaklı bakışı, özellikle içeriği adalet, insanca yaşamak ve eşitlik olan gruplar için kullanılması çok tehlikeli ve sorgulanması gereken bir düsturdur. Özellikle şiddet ve adam öldürme asimetrik güç uygulanmasına karşı olsa dahi yöntemsel olarak sorgulanmalıdır. Örneğin, Cezayir’de yapılan anti-sömürgeci mücadele sırasında kullanılan yöntem olan şiddet, savaş kazanıldıktan sonra da devam etmiş ve aile içi ve sokaktaki şiddetin çok yoğun devam ettiği gözlenmiştir. Yöntemler amaçlara içkin olduğu müddetçe daha sağlıklı sonuçlar elde edilebilir. Diğer bir konu, örgütlenme ile ilgili yöntemin de çok belirleyici olmasıdır. Bir diğer adıyla örgüt içi demokrasi hem örgütün sağlamlığı ve insanların aidiyeti açısından, hem de örgütün işlerliği açısından önemli bir konudur. Pratik sorunlar nedeniyle, zaman kısıtı, polis tarafından sürekli aranma vs. gibi, demokrasi göz ardı edilebilir denilebilir ancak bu koşullar yüzünden kolaycılığa kaçmak mıdır, yoksa yeni yollar üretmektense iktidara içkin bilinen metotlarla devam etme isteği ve bir çeşit muhafazakarlık mıdır soruları akılda tutulmalıdır. Üçüncü ve sonuncu çıkarım ise adalet arayışı için yola çıkan muhalif grupların taleplerinin meşruiyetini kanıtlamak için kanun-dışılık göstermesi önümüze kanuni (legal) olan ile hukuki (lawful) ve meşru (legitimate) olan arasında fark olduğunu bize hatırlatır. ‘Hukuk’, ‘düzen’, ‘barış’ kelimeleri otorite tarafından filmde de, dönemin Türkiyesi’nde de sık kullanılan sözcükler olmakla birlikte filmdeki işkencenin, 12 Mart dönemindeki Ziverbey Köşkü sorgularının ve Balyoz harekatının (muhalif aydınları göz altına alma, evleri arayıp yasak yayınları toplamak vs.) hukukla, düzenle ve barışla hiçbir alakası olmadığı gerçeğini değiştirmez. Mücadelenin bu haklılık durumu göz önünde bulundurularak ve siyasi amaçtan kopmadan yapılması gerektiği çıkarılabilir. Muhalif mücadelelerin otorite tarafından haklıyken haksız duruma düşürülmesi her zaman akılda tutulması gereken bir tuzaktır. Zaten ‘düşman’, ‘terörist’ olarak tanımlanan ve tanıtılan grupların ve kişilerin eylemlilikleriyle bunun aksini kanıtlamadan kitleleri mücadeleye dahil etmesi çok zor gözükmektedir. Kullanılan yöntemler, taktikler, örgütlenme şekilleri kamuoyu vicdanı, mücadelenin içeriği ve amacı göz ardı edilmeden birlikte düşünülerek ortaya çıkarılmalıdır. Sosyal ilişki ağı her daim muhalif mücadelenin en önemli güçlerinden biridir. Bu ağın devamlılığı ve örgütlülüğün sağlanıp devam etmesi için koşullar da göz önüne alınarak demokrasi yöntem olarak benimsenmelidir.
Bibliyografya
Kürkçü, Ertuğrul (1988) “THKP-C” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi içinde cilt 7. İstanbul: İletişim. ss. 2198-2199.
Mann, Michael (1984) The Autonomous Power of the state: Its Origins, Mechanisms and Results.
Tilly, Charles (1985) War Making and State Making as Organized Crime
From Bringing the State Back In edited by Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer, and Theda Skocpol, Cambridge: Cambridge University Press. 169–191.
Zürcher, Erik Jan (2002) “İkinci Türkiye Cumhuriyeti” Modernleşen Türkiye Tarihi ‘nin içinde, İstanbul: İletişim. ss. 351-404.
Bora, Tanıl. “Anti-Militarizm, Ordu/Askeriye Eleştirisi ve Orduların Demokratik Gözetimi”. Birikim Dergisi: 160/161. Ağustos/Eylül 2002
Laçiner, Ömer. “12 Mart Üzerine” Birikim Dergisi: 8. Ekim 1975.
Subscribe to:
Posts (Atom)