Sunday, March 23, 2008

sinema-felsefe dersimin sunum ödevi- yine basasım geldi kendimi buralarda tatmin ediyorum napayım...

Sıkıyönetim ve Mücadele
Bu yazıda, Costa Gavras’ın Sıkıyönetim filminde anlatılan Uruguay’daki direnişçi Tupamaros grubu ile Türkiye’de 1960 sonrası güçlenen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) örgütsel olarak ve olay bazlı karşılaştırılacaktır. Karşılaştırma yapılırken ordu ve THKP-C üzerinden amaç-araç ilişkisi, militarizm ve örgüt içi demokrasi konuları özellikle irdelenecektir.
Sıkıyönetim filminde, Tupamaros grubu öncelikli olarak politik ‘suçlular’ın bırakılması için Brezilya Konsolosu ve Amerikan yurttaşı, Amerikan Uluslararası Kalkınma Yardımı (Assistance for International Development- A.I.D.) ofisinde çalışan Santore’yi kaçırırlar. Filmin sonunda anlarız ki, Santore Amerikan hükümeti tarafından görevlendirilmiş, dünyanın, özellikle kapitalist sisteme alternatif hareketlerin sıkça gözlemlendiği Latin Amerika’da derin devlet gibi işleyen ve gittiği yerlerde darbe girişimlerini hızlandırıp polisi sosyalist, muhalif grupları bastırması için eğiten bir grubun lideridir. İşkence eğitimleri verilmektedir ve işinin ‘teknik’ olduğunu düşünen Santore işkenceyi ve provokasyonu ‘teknik’ olarak nitelendirir. Ülke içerisinde gerektiğinde karışıklık çıkarması için eğitilmiş bomba uzmanları ve Uruguay polisinin önemli adamları bu grubun içerisindedir ve el birliğiyle Tupamaroslara ve diğer muhalif hareketlere karşı çalışmaktadırlar. Şiddetin ve gücün iktidardaki – filmde Santore ve merkezi otorite- tarafından nötr algılanması ve uzmanlık-teknik kelimelerinin sık sık geçmesi birçok insani değerin ve insan yaşamının hangi çıkarlar, uzmanlıklar ve güç istenci ile perdelenebileceğinin kanıtıdır. Varoluş koşullarını kendi sağlayan, darbeye giden sıkıyönetime giden yolu açan, provokasyonları hazırlayabilecek grupların olduğunu gösteren bu filmden sonra Birikim’in militarizm sayısında okuduğum şu satırlar aklıma geldi: “Askeriye/ordu, kendi kendisinin yapısal varoluş koşullarını oluşturur ve yeniden üretir; amaç-araç faydacılığına direnen bir tabiatı vardır. Bu dikkat, doğrudan doğruya, şiddet ve güç’ün ‘nötr’ değerler olarak kabullenilmesine dönük bir ahlâkî ve politik sorgulamayla bağlantılıdır.” (Tanıl Bora: 23).
Kendi kendisinin yapısal varoluş koşulları en önce ‘korku’ya dayanır. Korku için düşmana ihtiyaç vardır. “Düşman”ın kurgulanması sırasında bir yandan da bu düşmanla başa çıkabilmek için yeterince “güçlü” olma gerekliliği anlayışı vardır. Charles Tilly’nin devletlerin oluşumunu anlatırken kullandığı ‘racketeering’ kavramı (haraççılık), yani korkunun üretilmesi ve korkuyu üretenlerin korkanları bu inşa edilmiş düşmandan korumayı görev edinmesi ve bu görevin meşruiyetiyle bağımsızlık kazanıp “güçlü” konuma gelmesi, bize modern ordunun yapısal çıkışı ile ilgili bir ordu-devlet benzerliğini düşündürebilir. Michael Mann’ın despotik güç (despotic power) ve altyapısal güç (infrastructural power) olarak ikiye ayırdığı devletin dualist yapısını kabul edecek olursak, ordunun ve polisin devletin despotik gücü olarak devletin yıkıcı tarafı olduğunu düşünebiliriz. Modern devletin kuruluşuyla modern orduların kuruluşunun birbirini beslediği fikri, modern ordu-modern devlet ilişkisinin kökenlerinin geçişken olduğunu gösterir. Yalnız Türkiye’de ve pek çok ülkede kurum olarak ordunun “en güçlü” olan kurum olduğu ve devlet içinde devlet misali bağımsız çıkarları olan bir grup haline gelebildiği de görülmektedir.
Korkunun yaratılmışlığı derken tamamen zihinlerde şekillenen ve aslında olmayan bir olgudan bahsetmiyorum. ‘Şiddet’ kullanımının en bariz olduğu askeriye/ordunun/polisin yarattığı korkunun gerçeklikte yansıması, bir karşılığı olduğu açık ama korkunun nedenleri “güçlü” olmak isteyen tarafından yaratılmış, yani askeriye/orduya/polise içkin pratik nedenleri olan bir korkudan bahsediyorum. Birilerinin ‘düşman’ bellenmesi onların gerçekten düşman olması ile sonuçlanabilir ve onların da başka korkular yaratması sonucu ortaya çıkabilir. Bu gerçeklik insanların yaşamlarına kast edecek hale dönüşebilir, dönüştürülebilir.
Bu askeriye/ordunun/polisin içkin özellikleri de göz önünde bulundurulursa, ordulara dair en rasyonel savların bulunduğu, Kant’ın Kalıcı Barış eserindeki üçüncü maddesi, orduların lağvedilmesi gerektiği ile başlar ve savlarını nedenlere dayandırır. Bu nedenlerden en barizi, devletlerin birbirlerine ordularıyla tehdit oluşturması ve bu tehdidin daha çok silah üretimi ve orduların güçlendirilmesi ile devam edeceğini, kısaca bir silahlanma yarışına dönüşeceğini -Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanmayla dünyanın sonunu getirebilecek kadar tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmüştür- ve o kadar harcama sonunda çok güçlenen orduların kendisinin birebir savaş nedeni olacağını belirtir. Artık barışın maliyeti savaştan fazla olacağı için barışın istenen olmaktan çıkacağını yazmıştır. ‘Barışı sağlamak’ söylemini sıkça kullanan ordular, kendi varlıklarının devamı için aslında savaşa ihtiyaç duymaktadırlar. İnsanları tamamen birer makine gibi görüp araçsallaştırmanın kendisine karşı çıkan Kant, askeriyenin araç-amaç faydacılığına dayandığını bu sözleriyle çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Filmde de açık ve net bir şekilde görülür ki Tupamaros ‘isimsiz’dir, ‘terörist’tir, ‘düşman’dır. Onlara karşı taviz verilemez.
Askeriye/ordu/polisin amaç-araç ilişkisi bir yana, Tupamaros grubu da iki kişiyi zorla kaçırıp insani şekilde sorguya çekmiştir. Gücü elinde bulunduran ordu/polis ve kullandığı yöntem işkence karşısında hegemonyaya karşı direnen Tupamaros grubu tıpkı 12 Mart 1971 sıkıyönetimi ardından 17 Mayıs 1971’de THKP-C’nin İsrail Konsolosu El Rom’u kaçırması gibi, koşullar düşünüldüğünde suçlu olduğu düşünülen önemli kişileri kaçırıp güce baskı yapmayı seçmiştir. Mahir Çayan Kesintisiz Devrim –III’ te:
“ …düzen değişikliğinin mümkün olduğunu göstermek için… merkezi otoritenin aslında göründüğü gibi güçlü olmadığını, kof olduğunu, bütün gücün yaygara ve gözdağı olduğunu, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Tek yol budur…” (Kürkçü).
demiştir. Ertuğrul Kürkçü’ye göre ve tarihi belgelere göre, THKP-C neredeyse bütün silahlı çatışmaları kaybetmiştir. “Politikleşmiş askeri savaş” fikri, silahlı devrim fikri, dönemin devrimcilerinin beklentilerini gerçekleştirmemiş, kazanıldığı düşünülen zaferler ya da politik eylemlilikler de devrimcileri istedikleri sonuca ulaştırmamıştır. Filmde Santore’nin öldürülmesi tartışılırken politik olarak devrimci güçlerin güçlü gözükmesi gerektiği ve bu yüzden Santore’nin öldürülmesi gerektiği fikri, bir insan öldürmenin zalimlik olacağı fikriyle çatışır. Devrimci güçlerin zayıflığı ve zalimliği arasında seçim yapılması gerekmektedir. Seçimin nasıl yapıldığı da çok önemli olmakla birlikte, aklıma takılan soru, bu ikilemin bir yanlış ikilem olma olasılığı. Acaba gerçekten zayıflık-zalimlik ikilemi midir sorun? THKP-C’nin aktif isimlerinden ve Mahir Çayan’ın öldürüldüğü Kızıldere olayından tek kurtulan olan Ertuğrul Kürkçü, 1988 yılında yazdığı bir makalede, kitlelerin İsrail Konsolosu kaçırılıp öldürüldüğünde değil, kendisinden üstün askeri güçler tarafından öldürüldüğünde Mahir Çayan’dan yana çıktığını söylüyor. Yani aslında asimetrik gücün ve insani taleplerin birleşiminden, mağduriyetin ayan beyan ortaya çıkmasından dolayı kitleler diyebileceğimiz daha çok kişi fikren ve belki de cismen daha çok destek oluyorlar muhalif hareketlere. Sormaya çalıştığım, filmin sonu farklı olabilir miydi? Ya da tarih değiştirilebilir miydi? El Rom ve Santore öldürülmeseydi ne olurdu? Muhalif hareketler amaçları için doğru araçları mı kullandılar?
Ordu gibi amaç-araç ilişkisi kurmadılar demek asimetrik gücü görmezden gelmek olur. Ama yine Tupamaros da, THKP-C de insan öldürme yöntemiyle amaçlarına ulaşmayı seçtiler. Düştükleri Ertuğrul Kürkçü’ye göre yanlış ikilemdi. Benzer bir olay, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 5 Amerikan askerini kaçırıp politik suçluların serbest bırakılmasını talep ettiklerinde hükümetin sert tutumuna rağmen 5 askeri öldürmeyip serbest bırakması olarak gösterilebilir. Askerlerin basına verdiği demeçlerle kitleler karşısında Deniz Gezmiş ve arkadaşları ‘moral üstünlük’ kazandılar. Dönem düşünüldüğünde halkın tamamının muhalif hareketlere destek verdiği kesinlikle söylenemez ama desteğin moral üstünlük ve taleplerin insani oluşu doğrultusunda arttığı söylenebilir.
Hegemonya’nın çok baskın çıktığı ve insanların baskı altında yaşamaya mecbur bırakıldığı ortamlarda silahlı direniş ve şiddet-öldürme yöntemlerinin kullanılması yeni değildir. Şiddetin nedenlerinin düşünülmeden sorgulanması pek tabii muhalif hareketlere haksızlık olacaktır. Kendi mal varlıklarını korumak ve eşitsizliği devam ettirmek için kullanılan şiddetle, hegemonyaya karşı kullanılan, adalet için olduğu savunulan şiddet aynı kefede değerlendirilemez ama sonunda ikisi de şiddettir. Ancak filmde de sık sık belirtildiği gibi, yaşam hakkı için, işkenceyi önlemek için, insanca yaşamak için edinilen idealler için neler gözden çıkarılabilir? Sınır nerededir? Üçüncü bir yol mümkün müydü? Yoksa, Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi ya da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptığı gibi ne olursa olsun meşru müdafaa hariç kimseyi öldürmeden kişileri serbest bıraksalar zaten moral üstünlük kazandıkları için hiçbir zafiyet de göstermemiş mi olacaklardı? Bu seçim bir yana, üçüncü bir yöntem mümkün bana göre. Tupamaros, içinde bulunduğu ilişki ağlarının verdiği bilgi kuvvetiyle Santore hakkında çok fazla bilgiye sahipti. Bu bilgileri sonunda Santore’ye de itiraf ettirdiler. Medeniyet uğruna yaptığını anlatan ve muhaliflerin her ne yöntemle olursa olsun temizlenmesi gerektiğine dair inancını dile getiren Santore’nin ses kayıtları radyolara ve televizyonlara verilip Santore serbest bırakılamaz mıydı? Bu koşullar altında zaten güven kaybı yaşayacak olan hükümet ve merkezi otoriteler zor duruma düşürülmüş olmayacak mıydı? Üstüne üstlük zalimlik yaftasını üzerlerine yapıştırmak durumunda da kalmayacaklardı.
Tupamaros’un da, THKP-C’nin de en önemli gücü silahlı mücadele değil, ilişki kurma becerileri idi. Filmde de açıkça görülüyor ki, askerden, polisten, değişik meslek gruplarından, sendikalardan, siyasi partilerden, basından birçok kişi ile temasları bulunmaktadır. Türkiye’deki ilişki ağını kısaca hatırlatmak gerekirse, devrimci Türkiye İşçi Partisi muhalefetinin yerel ve merkez örgütlerinde 1966’dan beri THKP-C liler çalışmaktaydı. THKP-C’nin doğal önderleri, öne çıkan isimleri tabandan liderler, DEV-GENÇ yöneticileri, mühendis, mimar, öğretmen, işçi, sanatçı ya da yazarlardı. Silahlı Kuvvetler içerisinde cuntacılığa karşı askerlerle de temas halindeydiler. Değişik politik alanları bağlama, sürekli yayınlar, kitle toplantıları, basın-yayın-TV kullanımıyla ideolojik etkilerini arttırdılar. 1961’ de TİP’in 15 kişi bile olsa meclise girmesi ve sıkı muhalefet yapması dönem içerisinde etkili olmuştur. Şu an Demokratik Türkiye Partisi’nin (DTP) meclis içerisinde bulunması TİP muhalefetiyle karşılaştırılabilir gözükse de, DTP gibi kimlik eksenli bir parti ile geniş ajandalı sosyalist bir partinin mecliste olması arasında fark olduğu muhakkaktır. THKP-C ‘terörist’ yaftasını El Rom’u öldürerek üzerine aldı ve zaten pek çok direnişçinin ölümüyle sonuçlanan silahlı mücadele sonucu da gücünü kaybetti.
Bir başka yöntem sorunu da demokrasi ile ilgili. Filmde otobüste geçen bir çeşit katılımcı demokrasi metoduyla Santore’nin öldürülüp öldürülmemesine karar veriliyor. Bu bir çeşit demokratik metot olmakla birlikte, üzerine oturup tartışılmaması belki de üçüncü yöntemlerin ortaya çıkmasını engelledi. Sorunun ortaya koyuluş şekli, cevabın ya evet ya hayır olduğu bir sonuç getirirken pratik olarak hızlı karar vermeleri gerektiği de göz ardı edilmemelidir. THKP-C’de ise durum demokrasi açısından daha vahim haldedir. “Genel Komite” diye tabir edilen her gruptan insanın dahil olduğu komite Aralık 1970’ten, Mart 1972’ye kadar hiç toplanamamış, El Rom’un kaçırılması ve öldürülmesi Merkez Komite’nin önderleri tarafından hızlıca ve spontan karar alınıp gerçekleştirilmiştir. Kürkçü’nün makalesinde belirttiği, THKP-C’nin en büyük zaafı, teorik-programatik ve taktik gelişiminin apansız sıçramalarla sürmesine ve tabanın, karizmatik önderlerin bireysel mizaçlarının bile hareketin pratik yönelimleri üzerinde iz bırakmasına izin veren plastisitesi ve örgütlenme biçiminin hiçbir resmi çerçeveye hatta örgütsel biçime sahip olmamasıdır. Faaliyetlerin siyasal kararlarla demokratik olarak belirlenmesinden ziyade, fikren bütünlüklü olmayan liderlerin anlık aldığı eylem kararlarıyla yürüyen bir mücadele stratejisi benimsenmiştir. Tabii ki içinde bulunulan sıkıyönetim şartları ve örgütlenmeye izin vermeyen otorite baskısı unutulmamalıdır. Ancak yine de herhangi bir ajandası olmadan hareket eden ve Latin Amerika’daki, Küba’daki hareketlerden etkilenerek ilerleyen THKP-C döneminde sosyal ilişki ağları ve sürekli yayınlarıyla sol-muhalif harekette iz bıraksa da varlığını sürdürememiştir. 1980 sonrası apolitizasyon süreci de göz ardı edilmeden şu an sosyalist görüşlü herhangi bir partinin barajı geçemeyip meclise girememesi durumu, hem koşullar hem de tarihsel başarısızlıklarla ilgilidir. Koşullar 12 Mart döneminde ve sonrasında Ömer Laçiner’in de belirttiği gibi muhalif hareket için her zaman zor olmuştur. Otorite tarafından en sık kullanılan taktikler, sosyalist hareketin tüm alanlarda ezilmesi (anti-komünizm), etnik baskı ve Kürt halkı üzerinde asimilasyon, yani teröre ağırlık vererek ortak düşmana karşı suni birlik yaratma hali ve sanayi burjuvazisine öncelikli imkanlar yaratmak olarak düşünülebilir. Ama örgütsel başarısızlık, ideolojik karmaşa, eylemliliklerin kişilerin üzerinden üretilmesi ve kişilerin mitleştirilmesi, hareketin tabandan kopması gibi nedenlerin de şu anki durum üzerinde etkisi olmadığı söylenemez. Belki de en önemlisi içinde bulunulan koşullar değerlendirilmeksizin, Latin Amerika’dan kopya-eylemlerin getirilip duruma silahlı devrimden başka çare düşünecek demokratik platformların sağlanmamış ya da sağlanamamış olması. Kürkçü, hiçbir güç tarafından aşağıdan denetlenemeyen ve beslenemeyen bir “Merkez Komite” nin üyeleri arasındaki en ufak açı farkının dahi alt birimler arasında büyük açı farklılıklarına yol açtığını belirtiyor. Teorik bütünlük sağlamaya çalışan Mahir Çayan’ın ölümünden sonra grubun dağılmasının bir nedeni zaten otoritenin grubu katletmesi iken, diğer nedeni de teorik tartışma ekseninin kaybedilmesi olduğu Kürkçü’nün makalesinden çıkarılabilecek bir diğer tespit.
Bütün bu tarihi bilgi ve filmdeki grubun karşılaştırılmasından sonra çıkarılabilecek birkaç tespit var bana göre. Biri, “Amaca giden yolda her yol mübahtır.” faydacı ve sonuç odaklı bakışı, özellikle içeriği adalet, insanca yaşamak ve eşitlik olan gruplar için kullanılması çok tehlikeli ve sorgulanması gereken bir düsturdur. Özellikle şiddet ve adam öldürme asimetrik güç uygulanmasına karşı olsa dahi yöntemsel olarak sorgulanmalıdır. Örneğin, Cezayir’de yapılan anti-sömürgeci mücadele sırasında kullanılan yöntem olan şiddet, savaş kazanıldıktan sonra da devam etmiş ve aile içi ve sokaktaki şiddetin çok yoğun devam ettiği gözlenmiştir. Yöntemler amaçlara içkin olduğu müddetçe daha sağlıklı sonuçlar elde edilebilir. Diğer bir konu, örgütlenme ile ilgili yöntemin de çok belirleyici olmasıdır. Bir diğer adıyla örgüt içi demokrasi hem örgütün sağlamlığı ve insanların aidiyeti açısından, hem de örgütün işlerliği açısından önemli bir konudur. Pratik sorunlar nedeniyle, zaman kısıtı, polis tarafından sürekli aranma vs. gibi, demokrasi göz ardı edilebilir denilebilir ancak bu koşullar yüzünden kolaycılığa kaçmak mıdır, yoksa yeni yollar üretmektense iktidara içkin bilinen metotlarla devam etme isteği ve bir çeşit muhafazakarlık mıdır soruları akılda tutulmalıdır. Üçüncü ve sonuncu çıkarım ise adalet arayışı için yola çıkan muhalif grupların taleplerinin meşruiyetini kanıtlamak için kanun-dışılık göstermesi önümüze kanuni (legal) olan ile hukuki (lawful) ve meşru (legitimate) olan arasında fark olduğunu bize hatırlatır. ‘Hukuk’, ‘düzen’, ‘barış’ kelimeleri otorite tarafından filmde de, dönemin Türkiyesi’nde de sık kullanılan sözcükler olmakla birlikte filmdeki işkencenin, 12 Mart dönemindeki Ziverbey Köşkü sorgularının ve Balyoz harekatının (muhalif aydınları göz altına alma, evleri arayıp yasak yayınları toplamak vs.) hukukla, düzenle ve barışla hiçbir alakası olmadığı gerçeğini değiştirmez. Mücadelenin bu haklılık durumu göz önünde bulundurularak ve siyasi amaçtan kopmadan yapılması gerektiği çıkarılabilir. Muhalif mücadelelerin otorite tarafından haklıyken haksız duruma düşürülmesi her zaman akılda tutulması gereken bir tuzaktır. Zaten ‘düşman’, ‘terörist’ olarak tanımlanan ve tanıtılan grupların ve kişilerin eylemlilikleriyle bunun aksini kanıtlamadan kitleleri mücadeleye dahil etmesi çok zor gözükmektedir. Kullanılan yöntemler, taktikler, örgütlenme şekilleri kamuoyu vicdanı, mücadelenin içeriği ve amacı göz ardı edilmeden birlikte düşünülerek ortaya çıkarılmalıdır. Sosyal ilişki ağı her daim muhalif mücadelenin en önemli güçlerinden biridir. Bu ağın devamlılığı ve örgütlülüğün sağlanıp devam etmesi için koşullar da göz önüne alınarak demokrasi yöntem olarak benimsenmelidir.


Bibliyografya

Kürkçü, Ertuğrul (1988) “THKP-C” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi içinde cilt 7. İstanbul: İletişim. ss. 2198-2199.

Mann, Michael (1984) The Autonomous Power of the state: Its Origins, Mechanisms and Results.

Tilly, Charles (1985) War Making and State Making as Organized Crime
From Bringing the State Back In edited by Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer, and Theda Skocpol, Cambridge: Cambridge University Press. 169–191.

Zürcher, Erik Jan (2002) “İkinci Türkiye Cumhuriyeti” Modernleşen Türkiye Tarihi ‘nin içinde, İstanbul: İletişim. ss. 351-404.

Bora, Tanıl. “Anti-Militarizm, Ordu/Askeriye Eleştirisi ve Orduların Demokratik Gözetimi”. Birikim Dergisi: 160/161. Ağustos/Eylül 2002

Laçiner, Ömer. “12 Mart Üzerine” Birikim Dergisi: 8. Ekim 1975.

No comments: