Friday, March 28, 2008

kendime sorular ve cevapları...

Bilmiyorum. Sürekli her yerde yeterince radikal olmamakla itham ediliyorum. Haklılar belki de içimde yok. Bir dakika: Ben inanılmaz devrimci bir aileye doğmadım. Zaten kendimi bilmeye başladığımdan beri de sivil toplumcu (o ne demekse) oldum -ki yani sivil toplum dediğin böyle eciş bücüş sisteme hizmet etmekten başka işi olmayan kişilerin toplamından oluşuyor- yani zaten olamam. İçine doğduğum ve sonrasında da sosyalleştiğim ortamlar müsait değil o kadar radikal, pür-i pak düşünmeye.

Yok benden zaten solcu da olmaz, daha devlet ağzından çıkamadım:)
Ciddileşiyorum. Ben ne taraftayım? Nedir hakikaten? Sorup duruyorum. Düşünüyorum. Samimiyim, düşünüyorum. Ne yapmak istiyorum, niye yapmak istiyorum, etrafımdaki insanları gözlemliyorum, onlar ne istiyor, niye yapmak istiyor diye diye diye...

Soru bir: Gerçekten birşey değiştirmek istiyor muyuz? Ben istiyor muyum? Sen istiyor musun?

Soru iki: Neyi değiştirmek istiyorsun eğer cevabın birinci soruya evetse.

Soru üç: O değiştirmek istediğin şey ya da şeyleri nasıl değiştirebilirsin, nasıl değiştirebilirim?

Hepsi ağır hepsi baba sorular da bazen birinci de tıkanıp kalıyorum. Neyi neden yaptığını anlamaktır yaptığını çoğu zaman daha değerli kılan. Soruyorum işte. Nedir yani?

Cevap bir: Evet gerçekten birşeyleri değiştirmek istiyorum ve bunun birkaç nedeni var. (Yazı analitik oluyor kusura bakmayın, sistematik olan herşeye karşı olamadığım yazdıklarımdan belli değil mi?)Bir nedeni hayatım, kişisel geçmişim, ne bileyim yokluk görmüş olmam birdenbire, sağlıkla eğitimle ilgili dertler. Mağduriyetten öte hayatım boyunca çok çalışmak zorunda kalmamın, iyi öğrenci olamamın nedenleri ekonomik ve sosyal koşullar, en azından çoğu. Birçok insandan şanslı konumda olabilirim ama dershane sınavlarına her girdiğimde acaba tam burs çıkacak mı stresiyle girmekten, annemin dişetinde kist çıkıp da dişi şiştiğinde hastanenin 2,5 sene sonrasına dahi gün verememiş olmasından, okuduğum lisedeki hallerden, hala bir vakıftan burs almadan ve ortaokuldan beri özel ders vermeden hayatın idamesinin zor olmasından vs. vs. vs. Ve tekrar söylüyorum bu mağduriyet değil bir sürü insan bu duruma ya da daha kötülerine tabi zaten. Çok daha kötü yokluk görmüş insanlarla çok tanıştım, muhabbet ettim, dolu. Kendimi de mağdur olarak tanımlamıyorum. Sosyal kapital mi o her neyse adı o her daim üst-orta civarındaydı. Mağduriyetimi ancak kadınlığım üzerinden tanımlayabilirim ki onda da benden çok daha kötü durumda bir sürü kadın var, ben en şanslılarındanım. O yüzden geçiyorum.
Kişisel tarihime devam, Boğaziçi Üniversitesi felsefe ve politika, bir sürü arkadaşım, sevdiğim hocalar vs vs vs. Tabii ki kişilerden etkileniyorum. Ben sosyal bir varlığım çünkü. Onlar olmaya çalışmıyorum çüünküüüü Aydınlanma düşüncesi(ki bu düşünce de iwwwreenç olarak tanımlanıyor bir kısım insan tarafından)benim bir aklım olduğunu ve sosyal ortama bağlı da tanımlasam kendimi bir çeşit kendi kendine düşünüp düşünceleri elekten geçirme becerisini kendimde görmemi sağlıyor. Etrafım ne derse dersin bazen farklı düşünebiliyorum. Şimdi en büyük küfürlerimizden biri geliyor: Evet birey olmaktan bahsediyorum.....(yuhlamalar) Kendime özgü bir pozisyon yaratma durumu daha doğrusu kendime özgü sorulara kendime özgü cevap veriş şekilleri ve yeni sorgulamalar...ve ortaklık kurma çabaları tabii ki...
Yani kişisel tarihim diyor ki, bu durum adil değil,talep etmek zorundasın. Güvendiğin kişiler de benzer şeyler düşünüyor, o kadar şey okudun, Gidişat kötü daha da kötüleşecek materyel gerçeklik. Dünyada olup bitenleri görüp öylece duramazsın. Elinden gelen ne ona bak? Rahat uyumak için, bir çeşit vicdan hissiyle,adalet duygusuyla, bir çeşit sosyal ortamda yaşadığın hislerinle, ne bileyim aidiyet gibi ve belki en önemlisi aklını da esgeçmeden birşeyler yapmaya çalış.

Cevap iki: Neyi değiştireceksin peki? Toplumu mu? Yalan yapamazsın, sosyal mühendis misin sen? Olmak istiyor musun? Hayır. Birilerini aydınlatman mı gerekiyor? Yok hayır. İnsanlarla birşeyler paylaşır ve beraber bir çeşit farkındalık yaşanabilir ama bu birilerinin bilinci yanlış bak şimdi gidicem açılacak bütün zihni gibi bir tavırla zaten olmaz. Hiyerarşi baştan orada dururken, biri zaten hep kendini daha üstün hissediyorken olmaz. Karşındakinden birşeyler kapabileceğine inanıyor musun onunla konuşurken yoksa sadece etkilemeye mi çalışıyorsun, sadece senin düşüncenden daha çok insan mı oluyorsun? Sen tamamen kendini dönüşümden bağımsız mı kılıyorsun? Sadece tebliğ etmekse durum dinden nasıl bir farkı kaldı? vs vs vs...Kendini değiştir o vakit. Eeeee o nasıl olacak? Değiştir işte. Abi nasıl? Hayatımda birşeyler olunca ben değişiyorum, kendimi yolta yolta bağıra bağıra değişiyorum, dönüşüyorum. Genelde çok da acılı oluyor. Pratiklerini değiştir, günlük pratiklerini değiştir diyorlar. O nasıl olacak? Çoğu zaman insanların üzerinde tahakküm kurmamaya çalıştım zaten, daha doğrusu kadın olarak öyle yetiştirildim zaten. Fikrini söylemekle tahakküm kurmak arasındaki farkı bile çok sonra fark ettim. Bütün hayatımı ve kişisel tarihimi bir kenara atıp bambaşka birşey mi kurayım, daha kollektif, daha spontan, daha birşey... Gerçekten kaçımız böyle hayatlar yaşayabiliriz? Gerçekten soruyorum. ben kendimi tahayyül edemiyorum. Zaten içinden çıkmak zamanın mekanın imkansız. Şu zamanı düşünüyorum. He bir de kullandığımız dili değiştirelim, iktidardan başka bir dil kuralım talebi var. Çok saygı duyuyorum da birkaç şeye takılıyorum. Her 'zaman kısıtı' dediğimde ya da 'kitleselleşme' dediğimde ve hatta Tuzla'da ölen işçilerin sayısını öğrenmek istediğimde ( ölen kişilere birer rakama indirgemek gibi bir amacım olmadı hiçbir zaman ama)iktidar ağzıyla konuşuyorsam bu ülkedeki ve dünyadaki içeriği adalet de olan bir sürü hareket bu kelimelerle konuşuyorlar ve işin tuhafı ne biliyor musunuz? Kelimeler, konseptler üzerine mücadele edilen şeyler, yasalar da öyle. Statik değişmez şeylermişçesine aha bunların hepsi burdan buraya kadar iktidarın dili diye kelimeleri suçlamak bana tuhaf geliyor. İnanılmaz egemen güç çat pat sihir yapıp o konseptleri oraya koymuyor. Her 'İnsan hakları' dediğinizde aklınıza Bush geliyorsa sadece bu çok sorunlu. Gerçek bu değil çünkü. Her yasa kapitalizme hizmet etmez. Her prosedür kötü değil içeriğinden ve bağlamdan bağımsız, Her standardizasyon aynılaştırma getirmez belki eşitlik bile getirebilir birbirini tanımayan insanlar arasında. Bu demek değil bu kelimeler iktidarın malzemesi olmuyor. Oluyor hem de en babasından. Ama yine de olanı tamamen reddetmek bana çözümsüzlüğün dibi gibi geliyor. Olanı dönüştürme mücadelesi ise en yapabileceğim en anlamlı olan gibi geliyor bana. Anayasada 'sendikal hak' diye birşey varsa evet bunu uygulamıyorlarsa inatla, sürekli önünü tıkıyorlarsa kızmamız gereken yasalar değil, kızmamız gereken biziz. Daha çok mücadele etseydin de o yasayı uygualanabilir kılsaydın, devlet üzerinde daha çok söz sahibi olsaydın, daha çok uğraşsaydın. Biliyorum karşı argüman ama yasalar düzelse de gerçekliği değiştirmek başka birşey. EEE herhalde. Yasalar özel mülkiyeti koruyor. EEE EVET. ona müdahale etmek lazım. Eeee evet. Zaten değiştirmek lazım olan durumu elimizdeki olanakların, fırsatların bir kısmını da kullanarak ama. Toptan reddedince aklıma bunları toptan reddedebilecek rahata ve lükse sahip miyiz sorusu geliyor. Allah aşkına sendikal haklar kazanılmış haklardır. Çıkıp sendikanın varlığnı sorgulayınca zaten kötüye gitmekte olan ama yine de elinden birşeyler gelen kurumları tamamen gözden çıkarıyoruz. İnsanlar belli ihtiyaçlar ve stratejiler neticesinde birşeyler kurgulayıp onlar için mücadele etmezler mi? Sadece sendikalar olsun demek değil söylemek istediğim. Varlığı yeter de demiyorum. İçeriğini, örgütlenmesini, kurumun kendisini dönüştürmek varken niye toptan varlığını sorguluyoruz. Uygulamalarını, pratiklerini sorgulayalım hep düşünelim üstüne, teknokrasi, bilginin eşitsiz dağıtımı vs vs vs. Çok hak veriyorum. Bunları oluşturacak kurum içi kurumları, kontrol denge sistemlerini, özeleştiri mekanizmalarını vs. kurmak gerek en demokratiğinden .Bunun için mücadele gerek ama toptan reddetmek değil gibi geliyor bana.

Soru üçe cevap verdim zaten tekrar etmiyorum o yüzden ama dertliyim. Benim durduğum yer neresi, ben ne yapıyorum ne yapmak istiyorum kısmında tıkanıp kalıyorum. Sürekli sürekli sürekli...

Bir tek "gerçek eşitlik, gerçek demokrasi, gerçek adalet" istediğimi biliyorum.

Monday, March 24, 2008

tuhaf

Aklıma ne geldi? İnsan bazen nedensiz tuhaflaşır. Size oldu mu hiç? Böyle anlamazsınız bir fizyolojik tepkiler, bir rahatsızlanmalar , bir iç sıkıntıları, afakan basma durumları. İşin daha da tuhafı, nedenini bilmemek. Nedeni ne acaba diye düşünürken birden takvime bakmayı hatırlamak. Bugün ayın kaçı? Nedir yani bu huzursuzluk? Ben bunu duymuştum ama inanmazdım. Her sene dedemin ölüm zamanı geldiğinde ben nedensiz huzursuzlanırdım, hazırlanırım ve sonra keşfettim ki nedensiz değil, biyolojik saatim birşey demeye çalışıyor, bir sinyal veriyor. Sen tuhaf davranıyorsan, ya bu tarihle ilgili bir derdin var, ya hayatında gerçekten ilginç bir gelişme var, ya da başka birşey. Bir sürü nedeni olabilir ama ben bugün de çok tuhaftım, Çözmeye çalışıyorum bu tarihin nesi var üzerimde diye? Keşfettim sayılır da, durumlar normal koşullarında önemini yitirse de o unconscious mı her neyse, hep tetikte. Şaşırıyorum kendime...Bu benim hüsnü kuruntum mu acaba yoksa insanlar yıldönümleri, devirdaimleri hatırlamasalar da hissediyorlar mı? Bilmem ki?

Sunday, March 23, 2008

hadi bakalım gaza geldim- bu da aynı dersin öbür paperı...

İsyan ve Özgürlük

Solinas’ın İsyan filminden aklımda en çok kalan özgürlük sorunuydu. Özgürlük nedir? Bir süreç mi, ulaşılması gereken bir hedef mi, çoklu belirlenen bir ideal mi, bir durum mu? Filmde kölelik mücadelesini körükleyen ve köleleri yüreklendiren İngiliz ajanının siyahların özgürlük taleplerinin devam etmesiyle 10 sene sonra karşı safta bir şeker şirketinin temsilcisi olarak baş göstermesi konu ediliyor.
Aktörlerin hepsiyle sıkı ilişki içerisinde olan ve üzerlerinde büyük etkisi olan İngiliz ajan, kölelerden birini lider seçer ve beyaz adam ne derse doğrudur fikrini onda çürütmeye çalışır. Sonrasında muhalif hareketin başında olacak olan siyah karakter, aldığı özgürlük kıvılcımıyla kandırılmışlığının farkına varıp kölelikten ucuz emekçiliğe geçtikten sonra da bir şeyin değişmediğini düşünüp fabrikaları terk edip direnmeye karar verir ve grubunu da ikna eder. Özgürlük nerede, nasıl, kim tarafından insan zihninde belirir? Ya da özgürlük insanın doğasında mı vardır? Kölelikten kurtulmak elbet önemli bir kazanım ve özgürlük mücadelesi gerektiriyor. Filmin net temalarından ‘özgürlük verilmez, alınır.’ fikri de bundan sonraki mücadelede daha çok belirginleşiyor. Özgürlüğü isteyip talep etmek ve edebilmek için belli şartlar mı gerekiyor? Yoksa her daim, en totaliter rejimde dahi insanlar özgürlüklerini talep edebiliyorlar mı? Aklımda hep beliren soru yine belirdi: Orwell’in 1984 romanının sonu farklı yazılabilir mi? Winston şiddet, işkence ve zihin bulandırma yöntemleriyle gerçeğin onların dediği olduğunu kabul etmemiş olsaydı ya da etmeme ihtimali var mıydı? Bu filmde siyahların hareketi köleliğin üstesinden İngiliz ajanın desteğiyle geldikten sonra haksızlıkların devam ettiğini gördükleri için mücadeleye devam ettiler hem de şiddet gibi yöntemler de kullanarak. İngiliz ajan 10 sene sonra geri geldiğinde kendiyle bağı olduğunu düşündüğü siyah hareketin liderini ikna edebileceğini düşünüyordu. Ne de olsa aralarında bir köle-efendi ilişkisi vardı ve özgürlüklerini ona borçlulardı. Ama düşündüğü gibi olmadı. Kendi yaşantılarından ve deneyimlerinden edindikleri ezilmişliğin ve haksızlığın devam ettiğini gören siyahlar mücadelelerine devam ettiler. Ne istediklerini biliyorlardı ama nasıl olacağını bilmiyorlardı filmde de söylendiği gibi. Eşitlik istiyorlardı her alanda. Ücretli işçilik adı altında köleliğe devam etmek istemiyorlardı. Emeğin özgürleştirilmesi ve kölelikten işçiliğe geçilmesi durumunda kölelik ile işçilik arasında kategorik bir ayrım olduğunu da unutmamak gerekir. Köleliğin kaldırılması tabii ki bir kazanım ancak tekel için onların istediği ücrette çalışmak da köleliğin başka bir hali hem de yalandan özgürlük vaadi taşıyan bir hali. Bu farkındalık, büyük toprak sahipleri ve tekel şirketinin hiç işine gelmedi. Irk ayrımından gelen beyaz adam üstünlüğü, ekonomik sistemin beyaz adamın istediği gibi olması gerekliliği ile birleşti ve etnik yoksulluk bir mücadeleye dönüştü.
Özgürlük adına iç duvarların yıkılması için ilk adımı İngiliz ajanın atmış olması ve köleyle konuşarak kendisinin her zaman doğruyu söylemediğini kavratması özgürlüğün çıkış noktası ile ilgili sorunlu da olsa bir şeyleri gösteriyor. Birileri mi olmalı iç duvarları yıkmak için ya da uygun koşulların sağlanması mı gerekiyor İngiliz ajanının silah getirip direniş başlatması gibi? Olan durumdan farklı bir durumun gelişmesi gerekiyor herhalde. Birinin iç duvarlarını, iç kısıtlarını yıkması ve dış kısıtlarının farkına varması durumu, ya kendinin ya da etrafının farklılaşması ve alışmadığı bir duruma girmesiyle mi olur ancak? Filmde de İngiliz ajanın gelmesiyle değişiyor her şey ve beklenmedik sonuçları oluyor her şeyi kontrol altında tuttuğunu düşünse de İngiliz ajan. Olan durumdaki haksızlığı, kısıtları, özgürlüğün önündeki engelleri görmek bu kadar mı zor? Y ada daha da kötüsü her şey belirgin de hangi yolla o kısıtların kaldırılacağı mı hiç belirgin değil? Adalet hissi ve düşüncesi, eşitlik talebi çok farklı şekillerde, çok farklı yerlerde tezahür etmiş olmasına rağmen, hala içinde yaşadığımız dünyada, bence eskisinden hem daha özgür hem daha kısıtlı bir düzlemde yaşayıp gidiyor olmamız buna mı örnek acaba? Hem ‘insan’ tanımı genişledi ve genişliyor gittikçe, hem en alta inen ‘insan’ın yapabilecekleri ile güçlü ‘insan’ların yapabilecekleri arasındaki uçurum. Diyalektik mi bu acaba? Mücadelenin kendisi özgürlüğe içkin sanki filmde de gördüğüm. Karşı çıkmak. Ama karşı çıkmak kendi içinde özgür bir şey midir? Köleliliğin geri gelmesini isteyip şimdiki düzene karşı çıksak mesela kendi içinde özgürlüğe hizmet eden bir şey söylemiş olmayız. Peki mücadele etmek, karşı çıkmak eylemlerinin kime karşı yapıldığı üzerinden kurmaya çalışsak özgürlüğü? Kısıtlayana karşı, güçlü olana karşı mücadele etmek midir peki kolektif özgürlük? Süreç içerisinde başka kısıtlar yok mudur? Özgürlük total midir, parçacıklı mıdır? Bir süreç hem özgürlük, hem kısıt getirir mi? Filmde mücadele eden siyahların açlıkla karşı karşıya kaldıkları ve birçok kişinin öldürüp öldürüldüğünü görüyoruz. Ama farkındalık kazanmadılar mı öte yandan? Bu farkındalık da bir çeşit özgürlük değil mi, getirdiği kısıtlar belki de farkındalıktan önceki durumlara çok benzer. Yani köleyken de karın tokluğuna çalışıyorlardı belki. Belki de kaybedecekleri bir şey yoktu zaten ve şimdi de kaybettikleri şeyler ya da kısıtları zaten olan kısıtlardı. Ama yine de liderlerinin olması, hareketin aldığı kararlar bir çeşit kısıt değil mi? Kolektif olarak özgür olmak, kişilerin özgür olmasıyla ne kadar ilgili? İlgili mi ya da? Bana göre kişilerin özgürlüğü ile grupların özgürlüğü arasında bağlar var ama o kadar sıkı ve görünür değil, birbirleri için etken olabilirler ancak. Örneğin, birinin zihninin açılıp diğerleriyle konuşarak ikna etmesi üzerinden bir grup mücadelesi çıkabilir ancak. Ya da bir grup mücadelesinin içine doğarak ya da bir mücadeleye katılarak kendinle ilgili kısıtların da farkına vardığı olabilir insanların. Ama iki ihtimal de olumsaldır. Yani olabilir de olmayabilir de, biri diğerini gerektirmez. Özgürlük nedir sorusuna cevabım genelde süreç oluyor ancak nasıl sorusuna cevap vermek bir hayli zor.

sinema-felsefe dersimin sunum ödevi- yine basasım geldi kendimi buralarda tatmin ediyorum napayım...

Sıkıyönetim ve Mücadele
Bu yazıda, Costa Gavras’ın Sıkıyönetim filminde anlatılan Uruguay’daki direnişçi Tupamaros grubu ile Türkiye’de 1960 sonrası güçlenen Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) örgütsel olarak ve olay bazlı karşılaştırılacaktır. Karşılaştırma yapılırken ordu ve THKP-C üzerinden amaç-araç ilişkisi, militarizm ve örgüt içi demokrasi konuları özellikle irdelenecektir.
Sıkıyönetim filminde, Tupamaros grubu öncelikli olarak politik ‘suçlular’ın bırakılması için Brezilya Konsolosu ve Amerikan yurttaşı, Amerikan Uluslararası Kalkınma Yardımı (Assistance for International Development- A.I.D.) ofisinde çalışan Santore’yi kaçırırlar. Filmin sonunda anlarız ki, Santore Amerikan hükümeti tarafından görevlendirilmiş, dünyanın, özellikle kapitalist sisteme alternatif hareketlerin sıkça gözlemlendiği Latin Amerika’da derin devlet gibi işleyen ve gittiği yerlerde darbe girişimlerini hızlandırıp polisi sosyalist, muhalif grupları bastırması için eğiten bir grubun lideridir. İşkence eğitimleri verilmektedir ve işinin ‘teknik’ olduğunu düşünen Santore işkenceyi ve provokasyonu ‘teknik’ olarak nitelendirir. Ülke içerisinde gerektiğinde karışıklık çıkarması için eğitilmiş bomba uzmanları ve Uruguay polisinin önemli adamları bu grubun içerisindedir ve el birliğiyle Tupamaroslara ve diğer muhalif hareketlere karşı çalışmaktadırlar. Şiddetin ve gücün iktidardaki – filmde Santore ve merkezi otorite- tarafından nötr algılanması ve uzmanlık-teknik kelimelerinin sık sık geçmesi birçok insani değerin ve insan yaşamının hangi çıkarlar, uzmanlıklar ve güç istenci ile perdelenebileceğinin kanıtıdır. Varoluş koşullarını kendi sağlayan, darbeye giden sıkıyönetime giden yolu açan, provokasyonları hazırlayabilecek grupların olduğunu gösteren bu filmden sonra Birikim’in militarizm sayısında okuduğum şu satırlar aklıma geldi: “Askeriye/ordu, kendi kendisinin yapısal varoluş koşullarını oluşturur ve yeniden üretir; amaç-araç faydacılığına direnen bir tabiatı vardır. Bu dikkat, doğrudan doğruya, şiddet ve güç’ün ‘nötr’ değerler olarak kabullenilmesine dönük bir ahlâkî ve politik sorgulamayla bağlantılıdır.” (Tanıl Bora: 23).
Kendi kendisinin yapısal varoluş koşulları en önce ‘korku’ya dayanır. Korku için düşmana ihtiyaç vardır. “Düşman”ın kurgulanması sırasında bir yandan da bu düşmanla başa çıkabilmek için yeterince “güçlü” olma gerekliliği anlayışı vardır. Charles Tilly’nin devletlerin oluşumunu anlatırken kullandığı ‘racketeering’ kavramı (haraççılık), yani korkunun üretilmesi ve korkuyu üretenlerin korkanları bu inşa edilmiş düşmandan korumayı görev edinmesi ve bu görevin meşruiyetiyle bağımsızlık kazanıp “güçlü” konuma gelmesi, bize modern ordunun yapısal çıkışı ile ilgili bir ordu-devlet benzerliğini düşündürebilir. Michael Mann’ın despotik güç (despotic power) ve altyapısal güç (infrastructural power) olarak ikiye ayırdığı devletin dualist yapısını kabul edecek olursak, ordunun ve polisin devletin despotik gücü olarak devletin yıkıcı tarafı olduğunu düşünebiliriz. Modern devletin kuruluşuyla modern orduların kuruluşunun birbirini beslediği fikri, modern ordu-modern devlet ilişkisinin kökenlerinin geçişken olduğunu gösterir. Yalnız Türkiye’de ve pek çok ülkede kurum olarak ordunun “en güçlü” olan kurum olduğu ve devlet içinde devlet misali bağımsız çıkarları olan bir grup haline gelebildiği de görülmektedir.
Korkunun yaratılmışlığı derken tamamen zihinlerde şekillenen ve aslında olmayan bir olgudan bahsetmiyorum. ‘Şiddet’ kullanımının en bariz olduğu askeriye/ordunun/polisin yarattığı korkunun gerçeklikte yansıması, bir karşılığı olduğu açık ama korkunun nedenleri “güçlü” olmak isteyen tarafından yaratılmış, yani askeriye/orduya/polise içkin pratik nedenleri olan bir korkudan bahsediyorum. Birilerinin ‘düşman’ bellenmesi onların gerçekten düşman olması ile sonuçlanabilir ve onların da başka korkular yaratması sonucu ortaya çıkabilir. Bu gerçeklik insanların yaşamlarına kast edecek hale dönüşebilir, dönüştürülebilir.
Bu askeriye/ordunun/polisin içkin özellikleri de göz önünde bulundurulursa, ordulara dair en rasyonel savların bulunduğu, Kant’ın Kalıcı Barış eserindeki üçüncü maddesi, orduların lağvedilmesi gerektiği ile başlar ve savlarını nedenlere dayandırır. Bu nedenlerden en barizi, devletlerin birbirlerine ordularıyla tehdit oluşturması ve bu tehdidin daha çok silah üretimi ve orduların güçlendirilmesi ile devam edeceğini, kısaca bir silahlanma yarışına dönüşeceğini -Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanmayla dünyanın sonunu getirebilecek kadar tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmüştür- ve o kadar harcama sonunda çok güçlenen orduların kendisinin birebir savaş nedeni olacağını belirtir. Artık barışın maliyeti savaştan fazla olacağı için barışın istenen olmaktan çıkacağını yazmıştır. ‘Barışı sağlamak’ söylemini sıkça kullanan ordular, kendi varlıklarının devamı için aslında savaşa ihtiyaç duymaktadırlar. İnsanları tamamen birer makine gibi görüp araçsallaştırmanın kendisine karşı çıkan Kant, askeriyenin araç-amaç faydacılığına dayandığını bu sözleriyle çok net bir biçimde ortaya koymuştur. Filmde de açık ve net bir şekilde görülür ki Tupamaros ‘isimsiz’dir, ‘terörist’tir, ‘düşman’dır. Onlara karşı taviz verilemez.
Askeriye/ordu/polisin amaç-araç ilişkisi bir yana, Tupamaros grubu da iki kişiyi zorla kaçırıp insani şekilde sorguya çekmiştir. Gücü elinde bulunduran ordu/polis ve kullandığı yöntem işkence karşısında hegemonyaya karşı direnen Tupamaros grubu tıpkı 12 Mart 1971 sıkıyönetimi ardından 17 Mayıs 1971’de THKP-C’nin İsrail Konsolosu El Rom’u kaçırması gibi, koşullar düşünüldüğünde suçlu olduğu düşünülen önemli kişileri kaçırıp güce baskı yapmayı seçmiştir. Mahir Çayan Kesintisiz Devrim –III’ te:
“ …düzen değişikliğinin mümkün olduğunu göstermek için… merkezi otoritenin aslında göründüğü gibi güçlü olmadığını, kof olduğunu, bütün gücün yaygara ve gözdağı olduğunu, oligarşiye karşı savaşan silahlı devrim cephesinin güçlü olduğunu göstermemiz bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak düşmanı yıpratmamız, moralman çökertmemiz gerekmektedir. Bunun tek yolu öncünün bir dizi askeri zaferleridir. Tek yol budur…” (Kürkçü).
demiştir. Ertuğrul Kürkçü’ye göre ve tarihi belgelere göre, THKP-C neredeyse bütün silahlı çatışmaları kaybetmiştir. “Politikleşmiş askeri savaş” fikri, silahlı devrim fikri, dönemin devrimcilerinin beklentilerini gerçekleştirmemiş, kazanıldığı düşünülen zaferler ya da politik eylemlilikler de devrimcileri istedikleri sonuca ulaştırmamıştır. Filmde Santore’nin öldürülmesi tartışılırken politik olarak devrimci güçlerin güçlü gözükmesi gerektiği ve bu yüzden Santore’nin öldürülmesi gerektiği fikri, bir insan öldürmenin zalimlik olacağı fikriyle çatışır. Devrimci güçlerin zayıflığı ve zalimliği arasında seçim yapılması gerekmektedir. Seçimin nasıl yapıldığı da çok önemli olmakla birlikte, aklıma takılan soru, bu ikilemin bir yanlış ikilem olma olasılığı. Acaba gerçekten zayıflık-zalimlik ikilemi midir sorun? THKP-C’nin aktif isimlerinden ve Mahir Çayan’ın öldürüldüğü Kızıldere olayından tek kurtulan olan Ertuğrul Kürkçü, 1988 yılında yazdığı bir makalede, kitlelerin İsrail Konsolosu kaçırılıp öldürüldüğünde değil, kendisinden üstün askeri güçler tarafından öldürüldüğünde Mahir Çayan’dan yana çıktığını söylüyor. Yani aslında asimetrik gücün ve insani taleplerin birleşiminden, mağduriyetin ayan beyan ortaya çıkmasından dolayı kitleler diyebileceğimiz daha çok kişi fikren ve belki de cismen daha çok destek oluyorlar muhalif hareketlere. Sormaya çalıştığım, filmin sonu farklı olabilir miydi? Ya da tarih değiştirilebilir miydi? El Rom ve Santore öldürülmeseydi ne olurdu? Muhalif hareketler amaçları için doğru araçları mı kullandılar?
Ordu gibi amaç-araç ilişkisi kurmadılar demek asimetrik gücü görmezden gelmek olur. Ama yine Tupamaros da, THKP-C de insan öldürme yöntemiyle amaçlarına ulaşmayı seçtiler. Düştükleri Ertuğrul Kürkçü’ye göre yanlış ikilemdi. Benzer bir olay, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının 5 Amerikan askerini kaçırıp politik suçluların serbest bırakılmasını talep ettiklerinde hükümetin sert tutumuna rağmen 5 askeri öldürmeyip serbest bırakması olarak gösterilebilir. Askerlerin basına verdiği demeçlerle kitleler karşısında Deniz Gezmiş ve arkadaşları ‘moral üstünlük’ kazandılar. Dönem düşünüldüğünde halkın tamamının muhalif hareketlere destek verdiği kesinlikle söylenemez ama desteğin moral üstünlük ve taleplerin insani oluşu doğrultusunda arttığı söylenebilir.
Hegemonya’nın çok baskın çıktığı ve insanların baskı altında yaşamaya mecbur bırakıldığı ortamlarda silahlı direniş ve şiddet-öldürme yöntemlerinin kullanılması yeni değildir. Şiddetin nedenlerinin düşünülmeden sorgulanması pek tabii muhalif hareketlere haksızlık olacaktır. Kendi mal varlıklarını korumak ve eşitsizliği devam ettirmek için kullanılan şiddetle, hegemonyaya karşı kullanılan, adalet için olduğu savunulan şiddet aynı kefede değerlendirilemez ama sonunda ikisi de şiddettir. Ancak filmde de sık sık belirtildiği gibi, yaşam hakkı için, işkenceyi önlemek için, insanca yaşamak için edinilen idealler için neler gözden çıkarılabilir? Sınır nerededir? Üçüncü bir yol mümkün müydü? Yoksa, Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi ya da Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptığı gibi ne olursa olsun meşru müdafaa hariç kimseyi öldürmeden kişileri serbest bıraksalar zaten moral üstünlük kazandıkları için hiçbir zafiyet de göstermemiş mi olacaklardı? Bu seçim bir yana, üçüncü bir yöntem mümkün bana göre. Tupamaros, içinde bulunduğu ilişki ağlarının verdiği bilgi kuvvetiyle Santore hakkında çok fazla bilgiye sahipti. Bu bilgileri sonunda Santore’ye de itiraf ettirdiler. Medeniyet uğruna yaptığını anlatan ve muhaliflerin her ne yöntemle olursa olsun temizlenmesi gerektiğine dair inancını dile getiren Santore’nin ses kayıtları radyolara ve televizyonlara verilip Santore serbest bırakılamaz mıydı? Bu koşullar altında zaten güven kaybı yaşayacak olan hükümet ve merkezi otoriteler zor duruma düşürülmüş olmayacak mıydı? Üstüne üstlük zalimlik yaftasını üzerlerine yapıştırmak durumunda da kalmayacaklardı.
Tupamaros’un da, THKP-C’nin de en önemli gücü silahlı mücadele değil, ilişki kurma becerileri idi. Filmde de açıkça görülüyor ki, askerden, polisten, değişik meslek gruplarından, sendikalardan, siyasi partilerden, basından birçok kişi ile temasları bulunmaktadır. Türkiye’deki ilişki ağını kısaca hatırlatmak gerekirse, devrimci Türkiye İşçi Partisi muhalefetinin yerel ve merkez örgütlerinde 1966’dan beri THKP-C liler çalışmaktaydı. THKP-C’nin doğal önderleri, öne çıkan isimleri tabandan liderler, DEV-GENÇ yöneticileri, mühendis, mimar, öğretmen, işçi, sanatçı ya da yazarlardı. Silahlı Kuvvetler içerisinde cuntacılığa karşı askerlerle de temas halindeydiler. Değişik politik alanları bağlama, sürekli yayınlar, kitle toplantıları, basın-yayın-TV kullanımıyla ideolojik etkilerini arttırdılar. 1961’ de TİP’in 15 kişi bile olsa meclise girmesi ve sıkı muhalefet yapması dönem içerisinde etkili olmuştur. Şu an Demokratik Türkiye Partisi’nin (DTP) meclis içerisinde bulunması TİP muhalefetiyle karşılaştırılabilir gözükse de, DTP gibi kimlik eksenli bir parti ile geniş ajandalı sosyalist bir partinin mecliste olması arasında fark olduğu muhakkaktır. THKP-C ‘terörist’ yaftasını El Rom’u öldürerek üzerine aldı ve zaten pek çok direnişçinin ölümüyle sonuçlanan silahlı mücadele sonucu da gücünü kaybetti.
Bir başka yöntem sorunu da demokrasi ile ilgili. Filmde otobüste geçen bir çeşit katılımcı demokrasi metoduyla Santore’nin öldürülüp öldürülmemesine karar veriliyor. Bu bir çeşit demokratik metot olmakla birlikte, üzerine oturup tartışılmaması belki de üçüncü yöntemlerin ortaya çıkmasını engelledi. Sorunun ortaya koyuluş şekli, cevabın ya evet ya hayır olduğu bir sonuç getirirken pratik olarak hızlı karar vermeleri gerektiği de göz ardı edilmemelidir. THKP-C’de ise durum demokrasi açısından daha vahim haldedir. “Genel Komite” diye tabir edilen her gruptan insanın dahil olduğu komite Aralık 1970’ten, Mart 1972’ye kadar hiç toplanamamış, El Rom’un kaçırılması ve öldürülmesi Merkez Komite’nin önderleri tarafından hızlıca ve spontan karar alınıp gerçekleştirilmiştir. Kürkçü’nün makalesinde belirttiği, THKP-C’nin en büyük zaafı, teorik-programatik ve taktik gelişiminin apansız sıçramalarla sürmesine ve tabanın, karizmatik önderlerin bireysel mizaçlarının bile hareketin pratik yönelimleri üzerinde iz bırakmasına izin veren plastisitesi ve örgütlenme biçiminin hiçbir resmi çerçeveye hatta örgütsel biçime sahip olmamasıdır. Faaliyetlerin siyasal kararlarla demokratik olarak belirlenmesinden ziyade, fikren bütünlüklü olmayan liderlerin anlık aldığı eylem kararlarıyla yürüyen bir mücadele stratejisi benimsenmiştir. Tabii ki içinde bulunulan sıkıyönetim şartları ve örgütlenmeye izin vermeyen otorite baskısı unutulmamalıdır. Ancak yine de herhangi bir ajandası olmadan hareket eden ve Latin Amerika’daki, Küba’daki hareketlerden etkilenerek ilerleyen THKP-C döneminde sosyal ilişki ağları ve sürekli yayınlarıyla sol-muhalif harekette iz bıraksa da varlığını sürdürememiştir. 1980 sonrası apolitizasyon süreci de göz ardı edilmeden şu an sosyalist görüşlü herhangi bir partinin barajı geçemeyip meclise girememesi durumu, hem koşullar hem de tarihsel başarısızlıklarla ilgilidir. Koşullar 12 Mart döneminde ve sonrasında Ömer Laçiner’in de belirttiği gibi muhalif hareket için her zaman zor olmuştur. Otorite tarafından en sık kullanılan taktikler, sosyalist hareketin tüm alanlarda ezilmesi (anti-komünizm), etnik baskı ve Kürt halkı üzerinde asimilasyon, yani teröre ağırlık vererek ortak düşmana karşı suni birlik yaratma hali ve sanayi burjuvazisine öncelikli imkanlar yaratmak olarak düşünülebilir. Ama örgütsel başarısızlık, ideolojik karmaşa, eylemliliklerin kişilerin üzerinden üretilmesi ve kişilerin mitleştirilmesi, hareketin tabandan kopması gibi nedenlerin de şu anki durum üzerinde etkisi olmadığı söylenemez. Belki de en önemlisi içinde bulunulan koşullar değerlendirilmeksizin, Latin Amerika’dan kopya-eylemlerin getirilip duruma silahlı devrimden başka çare düşünecek demokratik platformların sağlanmamış ya da sağlanamamış olması. Kürkçü, hiçbir güç tarafından aşağıdan denetlenemeyen ve beslenemeyen bir “Merkez Komite” nin üyeleri arasındaki en ufak açı farkının dahi alt birimler arasında büyük açı farklılıklarına yol açtığını belirtiyor. Teorik bütünlük sağlamaya çalışan Mahir Çayan’ın ölümünden sonra grubun dağılmasının bir nedeni zaten otoritenin grubu katletmesi iken, diğer nedeni de teorik tartışma ekseninin kaybedilmesi olduğu Kürkçü’nün makalesinden çıkarılabilecek bir diğer tespit.
Bütün bu tarihi bilgi ve filmdeki grubun karşılaştırılmasından sonra çıkarılabilecek birkaç tespit var bana göre. Biri, “Amaca giden yolda her yol mübahtır.” faydacı ve sonuç odaklı bakışı, özellikle içeriği adalet, insanca yaşamak ve eşitlik olan gruplar için kullanılması çok tehlikeli ve sorgulanması gereken bir düsturdur. Özellikle şiddet ve adam öldürme asimetrik güç uygulanmasına karşı olsa dahi yöntemsel olarak sorgulanmalıdır. Örneğin, Cezayir’de yapılan anti-sömürgeci mücadele sırasında kullanılan yöntem olan şiddet, savaş kazanıldıktan sonra da devam etmiş ve aile içi ve sokaktaki şiddetin çok yoğun devam ettiği gözlenmiştir. Yöntemler amaçlara içkin olduğu müddetçe daha sağlıklı sonuçlar elde edilebilir. Diğer bir konu, örgütlenme ile ilgili yöntemin de çok belirleyici olmasıdır. Bir diğer adıyla örgüt içi demokrasi hem örgütün sağlamlığı ve insanların aidiyeti açısından, hem de örgütün işlerliği açısından önemli bir konudur. Pratik sorunlar nedeniyle, zaman kısıtı, polis tarafından sürekli aranma vs. gibi, demokrasi göz ardı edilebilir denilebilir ancak bu koşullar yüzünden kolaycılığa kaçmak mıdır, yoksa yeni yollar üretmektense iktidara içkin bilinen metotlarla devam etme isteği ve bir çeşit muhafazakarlık mıdır soruları akılda tutulmalıdır. Üçüncü ve sonuncu çıkarım ise adalet arayışı için yola çıkan muhalif grupların taleplerinin meşruiyetini kanıtlamak için kanun-dışılık göstermesi önümüze kanuni (legal) olan ile hukuki (lawful) ve meşru (legitimate) olan arasında fark olduğunu bize hatırlatır. ‘Hukuk’, ‘düzen’, ‘barış’ kelimeleri otorite tarafından filmde de, dönemin Türkiyesi’nde de sık kullanılan sözcükler olmakla birlikte filmdeki işkencenin, 12 Mart dönemindeki Ziverbey Köşkü sorgularının ve Balyoz harekatının (muhalif aydınları göz altına alma, evleri arayıp yasak yayınları toplamak vs.) hukukla, düzenle ve barışla hiçbir alakası olmadığı gerçeğini değiştirmez. Mücadelenin bu haklılık durumu göz önünde bulundurularak ve siyasi amaçtan kopmadan yapılması gerektiği çıkarılabilir. Muhalif mücadelelerin otorite tarafından haklıyken haksız duruma düşürülmesi her zaman akılda tutulması gereken bir tuzaktır. Zaten ‘düşman’, ‘terörist’ olarak tanımlanan ve tanıtılan grupların ve kişilerin eylemlilikleriyle bunun aksini kanıtlamadan kitleleri mücadeleye dahil etmesi çok zor gözükmektedir. Kullanılan yöntemler, taktikler, örgütlenme şekilleri kamuoyu vicdanı, mücadelenin içeriği ve amacı göz ardı edilmeden birlikte düşünülerek ortaya çıkarılmalıdır. Sosyal ilişki ağı her daim muhalif mücadelenin en önemli güçlerinden biridir. Bu ağın devamlılığı ve örgütlülüğün sağlanıp devam etmesi için koşullar da göz önüne alınarak demokrasi yöntem olarak benimsenmelidir.


Bibliyografya

Kürkçü, Ertuğrul (1988) “THKP-C” Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi içinde cilt 7. İstanbul: İletişim. ss. 2198-2199.

Mann, Michael (1984) The Autonomous Power of the state: Its Origins, Mechanisms and Results.

Tilly, Charles (1985) War Making and State Making as Organized Crime
From Bringing the State Back In edited by Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer, and Theda Skocpol, Cambridge: Cambridge University Press. 169–191.

Zürcher, Erik Jan (2002) “İkinci Türkiye Cumhuriyeti” Modernleşen Türkiye Tarihi ‘nin içinde, İstanbul: İletişim. ss. 351-404.

Bora, Tanıl. “Anti-Militarizm, Ordu/Askeriye Eleştirisi ve Orduların Demokratik Gözetimi”. Birikim Dergisi: 160/161. Ağustos/Eylül 2002

Laçiner, Ömer. “12 Mart Üzerine” Birikim Dergisi: 8. Ekim 1975.

'I':)(

I am more aware of myself, I am more blind and ignorant may be.
'I' have changed in my mind, me qua dynamic-dialogical-other-being :)
'I' am also performative, both affect others and is affected by others.
More than effects, we have shaped each others. Is it disturbing that much? Is it comforting that much?
Am I trying to be understood? No, I am not.
Am I trying to be the one who challenge all? No, I am not.
I am in trouble with myself, yes or no?
Both, yes and no...
I am going between being and imaging? Is it the case?
Is not there any reality? Isn't there a connection between what I have perceived and what I have cognized?
Bla bla bla...,
I have become a god-damn complicated being?
Am I kidding now?
Both yes and no:)))

Thursday, March 20, 2008

oyh

Birşey yok, aslında birşeyler var da yok.
Hani bilirsin ya midene oturan ama ne olduğunu tam anlayamadığın,
ama aklına sürekli birşeylerin gelmesi halini durduramadığın,
ama odaklanamadığın hiçbirşeye
anlar vardır ya, anlar değil aslında durumlar.
İçine girmesi ve içinden çıkması zor durumlar ve haller.
İçinden çıkmanın elinde olmadığını hissettiğin ve iplerin kaydığı anların
hemen ardından muktedir olmak, ipleri yeniden tutmaya ve o durumların içinden çıkabilecek tek kişinin yalnız sen olduğunu bilmek peşpeşeliği.
Yine geldi baş belası karmakarışıklık hali.
Yine gitti aslında, kafam karışık zihnim açık.
Çok yorgunum,
Çok yorgunum,
Öyle ki...
İşte çok yorgunum.
Betimlemek faydasız.
Anlamak güç.
Hayatının bir evresinde yaşasa da birileri yine de anlaması güç, empati kurması zor durumların sarpasarması hali...
Sarpasarması, peşpeşeliği, vs. vs. vs.

Tuesday, March 18, 2008

Sunday, March 16, 2008

SSGSS

Binlerce Emekçi SSGSS'ye Karşı "Uyardı": Yoksa Genel Grev

Cerrahpaşa'dan Saraçhane'ye yürüyen on bin kişi SSGSS tasarısının geri çekilmesini talep etti, AKP hükümetini protesto etti. İki saat iş bırakan çalışanlar "Bu uyarı eylemiydi" dediler. "İşçi memur elele genel greve" sloganı attılar.

BİA Haber Merkezi - İstanbul

14 Mart 2008, Cuma

Emine ÖZCAN

Çalışanlar bugün (14 Mart) Türkiye'nin her yerinde öğleden önce saat 10:00-12:00 arasında iş bırakarak ve ardından emek platformunun düzenlediği eylemlere katılarak TBMM gündeminde olan Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasa Tasarısını protesto etti.

Bugün aynı zamanda Tıp Bayramı. Sağlık çalışanları da emek platformu bileşenleri içinde yer aldı. İstanbul'da en kapsamlı yürüyüş Cerrah Paşa Tıp Fakültesi'nden Saraçhane'ye yapılan yürüyüş oldu.
"AKP yüzde 47'ye güvenmesin"

Hastane önünde buluşan Emek Platformu bileşenlerinin başlattığı yürüyüşe yaklaşık on bin kişi katıldı. Yürüyüş boyunca tasarının halka yansıyacak olumsuzlukları sıralandı, AKP hükümeti karşıtı sloganlar atıldı. "Yüzünü halka değil IMF'e ve sermayeye çeviren hükümete o yasayı çıkartmayacağız. Yüzde 47'ye güveniyorlarsa bu halk daha önce de buna benzer kanunlarla karşısına çıkana bir daha iktidar yüzü göstertmedi" denildi.
"3 çocuk doğur"un ardında "kadının yeri evidir" var

Yasa ve ardından istihdam paketiyle işsizlerin sigortadan yararlanamamaları, kreşlerin kapanması gibi pek çok kazanılmış hakkın kaybolacağına dikkat çekilen yürüyüşte Başbakanın kadınlara en az üç çocuk doğurmalarını salık vermesinin ardında yasalarla da desteklediği "kadın evi yeridir" mesajı olduğu ifade edildi.

Medical Park Hastanesinin önünden geçilirken "Bu özel hastane tekti. Şimdi yüzlercesi var. Çünkü kamu hastanelerine vermediklerini özel hastanelere verdiler" denildi.

ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili Ufuk Uras'ın da katıldığı eylemde Saraçhane Parkı'nda toplanan kitle adına Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) Başkanı Köksal Aydın, "Üç yıldır IMF ve Dünya Bankası direktifiyle AKP'nin gündeminde olan SSGSS'ye karşı yurdun dört bir yanında sesimizi yükseltiyoruz. Tasarıyla dayatılan acı reçeteyi yırtacağız. Geç kalınmışlık olsa da henüz vaktimiz var. Hastaneler halkındır satılamaz, kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz" dedi.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) adına Ali Çerkezoğlu "Cumhurbaşkanı ve başbakan da olmak üzere hepimizin gözü önünde bu yasaların çöpe gitmesi kararı ortaya çıktı. Eğer yasayı geçirirlerse bugün yapılan eylemde olduğu gibi her gün hastane ve işyerleri önlerinde onlardan hesabı sorulacak. Muhalefet etmeyen muhalefet partileri de nasibini alacak" dedi.

Emek Platformu bileşenleri adına Ali Rıza Küçükosmanoğlu yasa tasarısının olumsuzluklarını sıraladı, "Bugün uyarı eylemiydi, yasa meclisten çekilene kadar tepkiler sürecek" dedi.

"Genel grev, genel direniş", "Herkese eşit ücretsiz sağlık", "Kasımpaşa imamı kaça sattın vatanı", "AKP, IMF yasanı al başına çal", "İşçi memur elele, genel greve", "Sağlık haktır satılamaz", "IMF uşağı hükümet istifa", "AKP sağlığa zararlıdır", "Yaşasın sınıf dayanışması" sloganları atıldı. "Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz", "Yuh yuh" şarkıları ve 10. yıl marşı çalındı.
İTO'dan Taksim'de 14 Mart yürüyüşü

Taksim'de ise İstanbul Tabip Odası (İTO) saat 13:00'de yaklaşık bin kişinin katılımıyla Galatasaray Lisesi önünden Taksim Meydanı'na kadar yürüyüş düzenledi. "Emeğimiz, mesleğimiz ve geleceğimizden vazgeçmeyeceğiz" yazılı pankart açan grup yasa tasarısını protesto etti.

Beyaz önlüklü, ve üzerlerine "Örgütlü emek, sağlıklı toplum" yazılı önlükler giyen sağlık çalışanları İstiklal Caddesi'nde karanfil dağıttılar. TTB Başkanı Gençay Gürsoy ve İstanbul Tabipler Odası Tabipler Odası Başkanı Özdemir Aktan, Atatürk anıtına çelenk bıraktı.

Emek Platformu Türk-İş, Hak-İş, DİSK, KESK, Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen, Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyeti, Tüm İşçi Emeklileri Derneği, Tüm Bağ-Kur Emeklileri Derneği, TMMOB, Türk Diş Hekimleri Birliği, Türk Eczacıları Birliği, Türk Tabipleri Birliği, Türk Veteriner Hekimleri Birliği, TÜRMOB'dan oluşuyor.

Eyleme İstanbul Tabip Odası, İstanbul Eczacı Odası, DİSK’e bağlı Sine-Sen, Dev Sağlık İş ve Nakliyat İş Sendikaları, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ve bağlı sendikalar, Tekstil Sen, DSB, Türk İş’e bağlı Tez Kop İş ve Teksif sendikaları, Çağdaş Avukatlar, Halkevleri, Yurtsever Cephe, ESP, HÖC, HKM, EMEP, EHP, ÖDP, Alınteri, Devrimci Hareket, Çağrı Dergisi ve Devrimci İşçi Partisi döviz ve pankartlarıyla katıldı. (EZÖ)